19 Ağustos 2017 Cumartesi

Medeni Kanun, Medeni Olmayan Kanun



Az şehre Beyrut kadar ilgi duydum.

Bunun iki nedeni vardı, ikisi de kendi (kesintili) tarihimle ilgili;

1. Ulus-devlet sonrası terk edilen bir sistem, (kültürlerarası müzakere hukuku diye kısaltalım) burada hala süregidiyor ve metot olarak geride bıraktığımız milletler birliğinin mikro bir örneği uygulanıyordu. Bu haliyle zamanda ışınlanmaktı Beyrut. Bir İstanbul değildi elbet ama İzmir ölçeğinde onlarca Anadolu kentinin (özellikle liman kentlerinin) yüzyıl önceki haliydi. Selanik’ten başlayıp İskenderiye’ye uzanan Levant limanları arasında yalnızca Beyrut, ama en çok Beyrut zamanda asılı kalmıştı. Hem psikolojik, hem politik olarak.   

2. Günümüzde çok övülmekle birlikte, (ve nostaljisi yapıladursun devam) ulus devlet fikrinin tezahür bile edilmemesine karşın bu limanda da işler pek yolunda gitmemişti. Beyrut’un kaderi, yüzyılın en uzun ve karanlık iç savaşlarından biriyle yazılacaktı... Bu ikinci konu, hem birinci tespitin dolaylı bir sonucu/yanıtı hem de zihnimde beliren alternatif şablonun çökmesi açısından çok daha belirleyiciydi. Üç 
seneye yakın aynı soru etrafında döndüm; ‘Ne Oldu?’   

Lübnan Parlamentosu, kendi ülkemden sonra prensiplerine en hakim olduğum parlamentolardan biri olabilir... Dersime iyi çalıştığım o günlerde, Türkiye’deki sistemle taban tabana zıt anayasal kurallar hakkında dudak uçuklatacak sayısız veriye ulaştım. Fakat bunlardan bir tanesi vardı ki, ilerleyen dönemde vahametini daha net kavrayabileceğim ve bütün bir tıkanmayı üzerine kurabileceğim ciddiyetteydi; Lübnan’da ‘Medeni Kanun’ yoktu!

Ülkedeki anayasal düzen, değil farklı dinlerden bireylerin birbirleriyle evlenmeleri, aynı inanç grubuna dahil olsalar bile farklı kiliseler ve mezheplerden bireylerin dahi evliliğine imkan tanımıyordu...
Bireylerin medeni kanun çerçevesinde korunması gereken tüm yasal hakları dini kurumlara devredilmişti. Kabaca 19 toplumun (19 farklı inanç/mezhep grubunun) bir arada yaşamasıyla övünülen bu güzide şehirde, neden kimsenin gettosundan bir adım uzaklaşmak istemediğinin yanıtı bu temel yarılmada gizliydi.

Bourj Hammoud’ta oturan bir Ermeni delikanlının,
Achrafieh’de yaşayan bir Maronit genç kızla evlenmesi ne denli imkansızsa, Şiiler ve Sünniler arasındaki sınırlar da o denli keskin çizilmiş (hatta Hristiyanlarla kurdukları ilişkilerinden çok daha keskin) Dürziler dağ köylerine çekilmiş, Filistinliler kamplarına kapanmış, Ortodokslar şatafatlı geçmişlerinin hayaletiyle baş başa bırakılmıştı... Ve bu grupların tamamı için, modern toplumun en belirleyici kurumu olan aile, ‘modern bir kurum’ olarak tesis edilememekteydi. Belki de aralarındaki tek gerçek mutabakat(!), sivil hayatın 'sivilliğine' kota koymak üzere gerçekleşmişti. Yarım asra dağılan iç savaş boyunca nüfus dengelerinin orantısız biçimde bozulmasının da etkisiyle, anlaşılan hiçbir toplum tek bir bireyini dahi bu yolla ‘kaybetmeyi’ göze alamıyordu. Alenen aşk yasaklanıyordu. 

Her toplumun farklı miras kuralları, hepsinin farklı ekonomik öncelikleri, kadınlar ve erkekler arasında kendilerine özgü geleneksel prensipleri vardı. Ortalama bir Beyrut sakinine ‘ülkesinde medeni kanunun olmaması hakkındaki düşünceleri?’ sorulduğunda da ilk mazeret ‘miras hakkı’ üzerine bina ediliyordu. Buna göre; farklı toplulukların birbirleriyle evlenmelerine izin verilmesi durumunda, en fazla iki jenerasyon sonra aile miraslarının belli toplulukların elinde toplanması kaçınılmazdı. Çünkü bazı topluluklar kadınlara eşit miras hakkı tanırken, bazı toplumlar dörtte bir oranında tanımakta, bazı topluluklar ise kadınları mirastan tamamen muaf tutmaktaydı. Bu temel kaygı dillendirildikten hemen sonra ise, aralarındaki kültürel uçurumlar, aile yapılarındaki tezatlıklar ve özellikle kadınların serbestisi üzerinden bir dizi argüman daha sıralanıyordu... Tüm bunların gereksiz kaygılar olduğuna dair getirdiğiniz yorumlar ise ‘naif bir çaba’ düzeyinde algılanıyordu. Esasen aksi tartışılamıyordu.   

Peki hiç mi istisnası yoktu bu durumun?

Demokrasinin ve sivil anayasanın yerleşmediği her ülkede olduğu gibi, Lübnan’da da en temel haklarınız ancak ‘para ile satın alabileceğiniz’ bir sınıfsal ayrıcalığa dönüşmüştü. 

Cebinde 10 bin Doları olanlar, medeni kanun uygulanan en yakın ülke konumundaki Kıbrıs’a gidiyor ve para karşılığı evlilik prosedürlerini burada gerçekleştiriyorlardı. Biraz daha paraları varsa bence ülkeye bir daha dönmüyorlardı... Aileleri ve mensup oldukları cemaat tarafından dışlanmak pahasına ülkeye dönmek zorunda olanlar ise Hamra gibi nispeten farklı kökenlerden ailelerin karışabildiği semtlere yerleşiyorlardı. Hamra bu konuda ayrıca incelenmeye değer, çünkü bu mahalle aynı apartmanda üç dört farklı cemaatten aile ve karma evlilik yapanlarla karşılaşabileceğiniz tek istisna.

Laïque Pride (Laik Onur Yürüyüşü)

2011 yılında üst katında ikamet ettiğim Zico Konağının giriş katındaki ofislerde organize edilmekteydi Lübnan’ın ilk Laik Onur Yürüyüşü. Malum konuya toplumun büyük bir kesiminin duyarsız kaldığına neredeyse emin olduğum günlerde, kendimi meğerse senelerdir bu alanda çalışan insanların arasında buldum. Çoğu karma evlilik yapmış çiftler, akademi çevresi, feministler, lgbt’ler ve yoğun olarak diasporadakiler tarafından destekleniyordu bu girişim.  

Sokak başlarında hala kum torbalarının yığılı olduğu bir kentte elinize bir pankart alıp yollara dökülmek öyle kolay değil. Başınıza tahmin edemeyeceğiniz kötülükler gelebilir ve bundan dolayı kimse hesap vermeyebilir... Dindar kesimlerin hacmiyle karşılaştırıldığında ‘Laik Onur Yürüyüşü’ gibi bir eylemin arkasında duracakların azınlığa düştüğü bir ortamda, herkes birbirine şüpheyle yaklaşsa da, böylesi bir girişime herkes düşmanlık besleyebilir. Nitekim ‘Kim Vurduya Gitmek’ gibi yazılı olmayan bir kanun var Ortadoğu’da.

Çok büyük bir titizlik ve özenle hazırlandı Laik Onur Yürüyüşü. Toplumsal cinsiyet meselelerine girilmeyecek, kültürel farklar/ayrıcalıklar esprili bir dille vurgulanacak, hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar üzerinde etki yaratabilmesi için özellikle Türkiye ve Fransa örnekleri üzerinden ilerlenecek, askerlere ve halka çiçek dağıtılacak, dini kurumlara eleştiri getirilmeyecek, ve Medeni Kanun ihtiyacı üzerinden çok keskin ve net bir talep ortaya koyulacaktı. 

Öyle de oldu, o gün 5 bine yakın insan katıldı Laik Onur Yürüyüşüne. Kordon’dan başlayarak, Downtown’a kadar devam eden yürüyüş boyunca Türkiye’nin ismi çok sık zikredildi. "Türkiye gibi, aynı Türkiye gibi! Fransa gibi, aynı Fransa gibi!" sloganlarıyla inledi sokaklar. İçten içe gururlanmadım desem yalan olur...    

Bugün o günleri hatırlarken iki kere utanıyorum. Çok değil, 6 sene önce biri çıkıp; “gün gelecek Medeni Kanun senin ülkende de askıya alınacak” deseydi herhalde güler geçerdim. Şimdi gülemiyorum...

Üzerimize çöken kabus, sivil alanı en dokunulmaz saydığımız ilkesel haklar üzerinden kuşatmaya alırken, buna karşı basitçe bir direniş bile geliştiremiyor olmak vahim. İnsanın hiç sahip olmadığı bir hakkı talep etmesinden bir farkı var, sahip olduğunu kaybetmenin. Belki de milyonlarca insan durumun vahametini hala kavrayamıyor. Çünkü bu durumun doğuracağı riskler hakkında en ufak bir deneyimleri yok, Medeni Kanun’un olmadığı koşullarda oluşacak tablo görülemiyor... Olabilir. Fakat her şeyin farkında olan bir o kadarı, sürecin akıbetini astroloji soslu bir kaderciliğe terk etmiş vaziyette bekliyor. Nuray Mert'in kahvehane düzeyi yazısından sonra gördüğü tepki, konunun kendisinden çok daha tartışılmaya değer bulunuyor.  

Kabul edelim Türkiye Lübnan gibi bir milletler topluluğuna dayanmıyor artık. Fakat kısa süre içerisinde burada da mezhep farklarından başlayarak, türlü tuhaf toplumsal problemin önünün açılmayacağının ve hali hazırdaki kültürel sorunların katmerlenmeyeceğinin garantisi yok. Nitekim bu toplumun azımsanmayacak bir bölümü, din işlerinin devlet işlerinden ayrılması gerektiği konusunda mutabık. Macera peşinde koşan bir grubun ise bu gibi uygulamalara ne kadar tahammül edebileceğini hesap edemiyorum. Onları kendi çocuklarına havale ediyorum... Bir iki jenerasyon sonra ‘Ne Oldu?’ sorusunu Türkiye üzerinden sormamak için, önce esaslı bir dayanışmaya ve sahip olduğumuz haklarımızı (sahip olamadıklarımız bir yana dursun şimdilik) var gücümüzle korumaya ihtiyaç var.     

İki gencin birbirine duyduğu aşkı yasaklamaktan daha büyük kötülük görmüyorum bir toplumun geleceği için... Otoritelerini pekiştirme hevesindeki siyasi ve dini mercilerin köhne ortaklıklarının bedelini, kamusal hayatta gençler ödeyecek. Bir süre sonra birbirleriyle sosyalleşemeyecek, ortak mekanları kullanmayacak, aralarındaki ilişkilere henüz ilkokuldan başlayarak kalın duvarlar örmek zorunda kalacaklar. Umutsuzluk, birinin bir diğerine aşık ol(ama)ma ihtimalinden kaynaklanacak. Bunun bir ülkede toplumsal psikolojiyi ne boyutta sarsacağını varın siz tezahür edin. Eğer konuya bir nebze katkım olacaksa, lütfen Beyrut’u tezahür edin. Bırakalım gençler birbirlerine aşık olsunlar, bırakalım aşk ‘sivil’ olsun... 

Sevişen halklar savaşmaz. 


...

PS: Mayıs 2011 tarihinde bu fotoğrafları çekerken, Ağustos 2017’de ülkemdeki iç siyasi tartışmalar nedeniyle paylaşacağımı tahmin edemezdim elbette.. Türkiye’deki çevremle pek paylaşmadığım, paylaşsam bile ilgilenmeyecekleri kadar uzaktı (abesti) bize bu tartışmalar... Benim kişisel ilgimden ibaretti. Bugün aynı fotoğraflara bakarken İstanbul’daki gençleri de görüyorum. Beyrut'a gelirsek, muhtemelen ilerleyen senelerdeki Laik Onur Yürüyüşleri boyunca Türkiye’nin adı bir daha (örnek-model olarak) zikredilmeyecek.