13 Şubat 2015 Cuma

"Orijinal Kopya" / Elif Boyner




Elif Boyner'in 13 Şubat - 7 Mart 2015 tarihleri arasında Öktem&Aykut Galeride izlenebilecek son solo sergisi "Orijinal Kopya" üzerine yazım; 


"Orijinal Kopya" / Elif Boyner

“Orijinal Kopya” olgusu yüzyıl başında, eski kıtalarda bulunan panteonlar, piramitler ve obeliskler gibi farklı kültür ve dönemlere ait mimari ikonların ardı ardına Amerikan kentlerine inşa edilmesiyle ortaya atıldığında; henüz çok az teorisyen bağlamından koparılmış bu ilk replikaların mimariden öte anlamlar ifade edebileceğini öngörüyordu.

Modernist yüksek sanatların ve ticari sanatların izlediği tanımlayıcı yönün (sanatların meta-sanatlara ya da medyaya dönüştürülmesinin) prototipi olan fotoğraf, zamanımızda; sinema, televizyon, video, Cage, Stockhausen ve Rich’in teyp bandı esaslı müzikleri gibi, doğrudan fotoğrafın kurduğu modelin mantıksal uzantıları olan disiplinler aracılığıyla “orijinal kopya” olgusunun yüzyıl başındaki tanımından çıkarak görsel teoride tartışmanın ana hatlarından birine dönüşmesini sağladı.   

İlk eleştirmenler, fotoğrafın kendisine ve temsil ettiği dünyaya yönelik gerçek bir farkındalığa sahip değildi. Onları fotoğrafa - ve özellikle de postmodern fotoğraf uyarlamacılığına - çeken Rosalind Krauss’un altını çizdiği gibi “fotoğrafın orijinallik, öznel ifade veya biçimsel tekilliğe dair gülünçlüğü”, “orijinal ile kopya arasındaki farkın altını oyması” ve “orijinalliğin kökeni olarak sanatçıyı kabullenmeyi reddedişinde” yatıyordu. Kısaca fotoğrafa karşı yapılan bu saldırı, sanatın kendinden uzaklaştırıldığı ve ayrıştırıldığı, geniş kapsamlı yapıbozumcu bir projenin parçasıydı. Fotoğrafa, özellikle de yüksek modern fotoğrafa saldırmak, modernizmin şatolarını yerle bir etmek anlamına geliyordu.

Tartışma henüz nihai bir karara bağlanmamışken, adı konmamış bir teknolojik devrimle analogdan dijitale geçiş ve sanatı dijital medyalar üzerinden yeniden tarif etme ihtiyacı, o güne değin orijinali baz alarak kopyayı tanımlaya çalışan eleştirmenlerin görüşlerini ters yüz etti. Bu yeni uzamda “orijinal kopya” olgusu, kopyayı baz alarak orijinalin tanımlanması gerektiğine dair görüş açısından bir dönemin başlangıcıydı.   

Günümüzde hala sıcaklığını kaybetmemiş bir tartışma olarak “Orijinal Kopya”, Elif Boyner’in aynı başlık altında toplandığı son dönem işlerinde, farklı medyalar aracılığıyla araştırılıyor. Galerinin ana mekanına, düzleminden ve işlevinden koparılarak adapte edilen bir yemek masası, çevresini kuşatan üç video ve yüz elli parçadan meydana gelen fotoğraf yerleştirmesi, “Orijinal Kopya”nın zeminini meydana getiriyor.  

“Adaptasyon” isimli merkezdeki yerleştirme, ayakları arasındaki denge bozularak (kırılarak) yatık durması sağlanan yemek masası üzerinde servis edilen çorba, su, salata ve ana yemekten oluşan zengin menüyü, tabak ve bardakların altına yerleştirilen desteklerle mekan zeminine paralel bir düzlemde temsil ediyor. Masa üzerindeki objelerin her biri, altına yerleştirilen destekler sayesinde düz dururken, tüm bu desteklerin taşıyıcısı olan masa, batan bir gemiyi andıran görünümüyle adeta işlevinden kayarak sıyrılmaya çalışıyor.

Sanatçıya göre “normatif algının bireyler tarafından değiştirilemeyeceğine olan inanç, bireylerin gündelik hayat içindeki mevcut kalıplara kendiliğinden adapte olmasıyla sonuçlanıyor. Böylelikle gündelik yaşam içerisinde sayısız kültürel kalıp, kamufle olarak saptanamaz hale geliyor. Bazen ise ideal olana bağlı kalmaksızın, masanın üzerini kuşatan menüye geçici desteklerle fonksiyon kazandırır gibi; gündelik hayat içerisindeki eğriler, altına iliştirilen anlamlarla geçici işlevler kazanıyor”.

“Adaptasyon” isimli yerleştirmeyi çevreleyen, aynı serinin süregiden parçaları olarak okunabilecek “Hareketli Natürmortlar” başlıklı üçleme; resim, fotoğraf ve video dili arasındaki geçirgenliği klasik görsel tarihin güzergahlarından geçerek sorguluyor.

Titizlikle kurgulanmış yemek natürmortlarını klasik resim tarihinde olduğu gibi bıldırcınlar, tavşanlar, ıstakozlar ve salyangozlar gibi canlılar zenginleştiriyor. İlk bakışta çerçeveli birer fotoğraf ya da stabil birer dijital görseli andıran işlere daha uzun süre baktığımızda, imajların içindeki hayvanların canlı ve hareketli olduklarını görüyoruz. Yavaş hareketlerle içine yerleştirildikleri natürmortu yemekte olan hayvanlar, bir zamanlar resim tarihinin bu en popüler dalını, rolleri değişmiş olarak temsil ediyorlar. Mizansenlerin ölü hayvan bedenleriyle zenginleştiği geleneksel resim tarihi, bu kez aynı hayvanların masaya hakim olduğu ve nihayetinde tüm mizanseni iştahla mideye indirdikleri çelişki içinde yeniden kurgulanıyor.

“Hareketli Natürmortlar”ı takip eden “Tekerrür” isimli çalışma, yüz elli parça video still baskıdan meydana gelen bir fotoğraf yerleştirmesi. Gerçekte tüm kareleri, sanatçının kendine rol verdiği son videosundan kopyalanan imajlar, fotoğraf kamerasıyla gerçekleşmesi muhtemelen bir çalışmayı farklı bir medya üzerinden fotoğrafa taşıyor.

“Tekerrür”, sanatçının hükmetmek mi yoksa boyun eğmek mi istediği kesin olmayan bir ağacın dallarına tırmanma girişimlerinden meydana geliyor. Boyner’in her seferinde onu agresifçe üzerinden atan ağaçla süregiden mücadelesi, gerçekte tek kanallı bir video loop olarak üretildi. Yılmadan yeniden yenilmek üzere geri döndüğü ağaçla arasındaki inatlaşma, video kurgusu içinden ayıklanan yüz elli farklı fotoğraf baskısı aracılığıyla senkronize olarak mekana yerleşiyor. Fotoğraf ve video dili arasındaki muğlaklık, bu kez flipbook kültüründen aşına olduğumuz senkronize karelerin mekan içerisinde kurgulanmasıyla deşifre ediliyor.

Mekanın bir diğer bölümünde tek başına konumlanan “Sabır” isimli iki kanallı video, Kumkapı Balık Hali’nde gündelik rutinin parçası olan martılar ve balıkçılar arasındaki yüzlerce yıllık geleneğe tanıklık ediyor.  

Balıkçıların erken saatlerde kıyıya yanaşmasıyla, halin tavanındaki konstrüksiyonlara sessizce sıralanan martılar, saatler süren bekleyişin ardından aşağı uçarak balıkçılar tarafından kasalanan balıklardan haklarına düşeni alıyorlar. Altı saatlik videonun ikinci kanalında ise bu kez halin zeminini, yakalanan balıkların hangi kriterlere göre seçildiğini ve ticari değeri olmayan avın martılara bırakılmak üzere ayıklanışını izliyoruz. Avlarını kendileri yakalamak yerine, günün ciddi bölümünü diğer avcıların artıklarından yararlanmak üzere beklemede geçiren martıların hikayesi avcılığın tarihi kadar eski. Av, avcı ve fırsatçı arasındaki bu evrensel gelenek, Boyner’in altı saatlik çalışmasında eş zamanlı dahil olduğumuz bir ritüele dönüşüyor.

Sanat yapıtının ticari yönünün ve meta-sanatların, sanatın kavramsal zemininden daha fazla ön plana çıktığı çağımızda, Boyner’e göre “sanatçının pek de inanmadan dahil olduğu, bazen galeri baskısı bazen ise kişisel kaygılar üzerinden şekillenen ‘satılabilir iş üretme’ ihtiyacı, gerçekte sanatçının mevcut sisteme ayak uydurması ve nihayetinde sanatın doğasına aykırı bir kimliğe bürünmesiyle sonuçlanıyor”.

Serginin üçüncü bölümünde sanatçı, çevresini kuşatan ticari koşulları ve bu koşulların absürtlüğüne ilişkin tanıklıklarını, şahsi birer sorgulama olmaktan çıkarıp izleyiciye itiraf etmenin yöntemlerini araştırıyor. “Etiket”, “Farklı Renklerde Mevcuttur (buy 2 get 1 free)” ve “Bir kolektör neonlu iş soruyordu” başlıklı üçleme, Boyner’in üretimleri üzerine bugüne değin kendine gelen tekliflerin eleştirel bir değerlendirmesi olarak okunabilir. Sanat yapıtının üretim aşamasında sanatçın motivasyon kaynakları ve dış müdahalelerin üretim sürecine olası etkinlerinin ironisi olarak değerlendirebilecek işler, tekil birer yapıt olmaktan ziyade, günümüz sanatında sıkça karşılaştığımız popüler medyalara dair hafızanın dokümantasyonu.     

Boyner’in üç farklı bağlamda ürettiği ve mekanın farklı bölümlerinde kümelediği çalışmalarından “Orijinal Kopya” ana başlığına döndüğümüzde, yalnızca sisteme dair değil, sanatçının kendine yönelik eleştirisini de mümkün kılan bir okumalar bütünüyle karşılaşıyoruz. Sanatçıya göre; “tarihin sürekli kendini tekrarladığı bir dünyada, özellikle bu coğrafyada, kopyalar bire bir gözlemlenemese de, sözde değişen sistemler içerisinde değişmeyen şeylerden biri de bizlere biçilen roller”.

Orijinal Kopya, sanat tarihinin, estetiğin, teknolojinin ve tasarımın uzunca süre daha tartışacağı temel başlıklardan biri olarak her geçen gün yeni anlamlar edinirken, sanatçının anlam dünyasındaki karşılığı Elif Boyner’in aynı adı taşıyan son solo sergisinde, süregiden bir araştırmanın özneleri olarak karşımıza çıkıyor.

Tayfun Serttaş

8 Şubat 2015 Pazar

aşk gibi, sevda gibi, huysuz ve tatlı kadın.




Herkese Müzeyyen Senar, ama biz Bodrumlulara önce biraz komşu, biraz mahalleli, biraz hemşehri.. Onunla yolumun ilk kesiştiği saatlere geri dönüyorum, sabahın o en erken saatlerine. Karga bokunu yemeden sırtımızda çantalarla okul yollarına düştüğümüz sabahlarda, Azmakbaşı'na güneşin doğuşunu izlemeye çıkan tek yaşlı kadın, kasabanın çınarı. 

Sabah güneşinin kızıl saçlarına vurunca çıkardığı ışığın rengini hatırlıyorum. Denizden vuran esintinin, şile bezi elbiselerini hafifçe uçurduğunu. Kasabanın yokuşlu sokaklarına rağmen ayağından eksik etmediği topuklu ruganlarını. 

Kıyıda tek başına dimdik denizi izleyen bu kadının, küçücük anlam dünyalarımızda nasıl büyük bir yere oturduğunu. Onun yanından geçerken, bir gurunun meditasyonunu bozma endişesiyle, nasıl da titizlenip sessizleştiğimizi, ama yine de dayanamayarak göz ucuyla ihtişamını izlediğimizi… Onun da bunu bildiğini. Bazen dönüp biz okul önlüklü bebelere tebessüm ettiğini. Öyle sabahlarda çok sevindiğimizi, hatırlıyorum. 

Hayranlıklarımız ailelerimizden gelirdi. Çünkü bizim kasabada hepimizin babası tek bir kadına aşıktı. 

Ona aşık olmayı biz babalarımızdan miras aldık. Onlar da, kendi babalarından. Üstelik annelerimiz dahil kimse bu kaçamak aşkı yadırgamadı. Ona aşık olmak, bir erdem meselesi gibi, dilden dile dolaşırdı. Rakı, balık ve sünger kokulu tüm buluşmalar, Müzeyyen Senar'a duyulan aşkın itiraflarıyla sonlanırdı… Yabancıların kasabayı terk edip, odun sobalı meyhanelerde buluşulan kış gecelerinde, kadehler en yükseğe onun sesiyle kalkardı. 

Sonradan farkettiğime göre, aslında bu ülkenin babam hatta dedem jenerasyonundaki bütün erkekleri tek bir kadına aşıktı ve bunu kimse yardırgayamazdı. Bir ülkenin bundan daha büyük ilhamı olabilir mi?

Yoluna ışıklarla devam edeceğini örendiğim bu sabah. 

Burnuma sünger kokusu geldi. Zeytinyağı sabunu kokusu, mürekkebinde pişmiş sübye kokusu, kavrulmuş acı ot kokusu, rakı ve balık kokusu geldi. Hepsini içime çektim. Onunla hayatımın kesiştiği tüm sokakları, Azmakbaşı'nı, Kumbahçe'yi, Yokuşbaşı'nı baştan sona yürüdüm bu sabah. 

Bodrum diye bir yer varsa, Müzeyyen Senar var diye var, gibi geldi bu sabah... Kasabanın tüm kokularını ve seslerini duyumsadım. 

Bir diğer komşu Zeki Müren'in söylediği gibi; "Biz koyu Müzeyyenciyiz! Bizi ilk o duygulandırdı. İlk kadehimizi içirip efkar dağıtan ses, onun sesiydi.

Kasabanın tüm evlerinde yankılansın bugün!