20 Aralık 2014 Cumartesi

sanatın "piyasadaki" akibeti ve çöken kereviz ihracatı





Son iki aydır sanat üzerine okuduğum yazıların toplamından tek bir sonuç çıkıyor; sanat piyasası iflas etmiş. Bu öylesine ciddi, öylesine derin, öylesine anlamlı bir çöküş süreci ki, anladığım kadarıyla uzunca bir süre sanatın tüm diğer problemlerinden daha fazla konuşulmaya devam edecek. 

Çok değil 30 sene önceye kadar bir iki banka dışında kimsenin sanat sipariş etmediği bir ülkede ne olmuş, kim çökmüş, neydi, ne sandık(?) bilmiyorum. Fakat gerçekten merak ettiğim bir şey varsa, Türkiye türevi ülkelerde sanat pratiğine girişenlerin ne umduğu, ne bulduğu, gün gelip neden yakındığı? 

Bu yakınmalar dizisinin en temel çıkmazı ise, konuya sanatçıların gözünden bakmaya tenezzül dahi edilmemesi. Halbuki sanat diye çöktü-çöker bu sistemin, bir de "sanatçı" muhatapları var.  

Okuduğum ve anladığım kadarıyla bir iki galeri kirasını ödeyememiş, bir iki koleksiyoner aldığı işin parasını geç ödemiş, bazıları mekanından olmuş, bazıları ise gelecek yatırımlarını estetik operasyon alanındaki gelişmelere aktarma kararı almış. Yani böylelikle SANAT BATMIŞ!

Gülsem mi, ağlasam mı, karalar mı bağlasam? Yoksa şehrin ara sokaklarında bir sosisci açıp üç beş seneye zengin mi olsam? 

Bu derin çöküş, ama böylesine deRRRin bir çöküş üzerine bir de anlamlı anlamlı, uzun uzadıya, manalı kanalı yazılar döşenmiş, döşenmeye devam ediyor… Pek yakında bu konuda yazılmış tezler okumaya başlarsak, şaşırmayacağım; "Türkiye'de sanatın olmayan piyasası ve olmayan piyasadaki çöküşün kereviz ihracatı bağlamındaki etkileri" fena başlık değil galiba. 

Ama yine de sevgili genç entelektüel yazar kardeşim, sanat, kereviz gibi bir şey değil. Yani bir sene mevsim sert geçince, alıcı Çin'e yönelince, ya da çiftçi toprağını yanlış araziye ekince, aslında sanata bir şey olmuyor. Aksine, iyi sanat böyle kriz dönemlerinden filizleniyor. Sanatın savaşlara, göçlere, kuraklıklara, salgın hastalıklara ve bir dizi tarihsel travmaya karşı kazandığı binlerce senelik "bağışıklılık zaferi", kendini en çok böyle karanlık dönemlerde gösteriyor. Örneğin ben buna kendi söylemim içerisinde "direnç ilkesi" diyorum. Demoralize olmak şöyle dursun, bu birikimden feyz alıyorum.

Ve ayrıca sevgili genç entelektüel yazar kardeşim, senelerdir aynı gentrification sürecine maruz kalan sanatçılar birer ikişer kirada oturdukları stüdyolarından kovulurken, sayısız sanatçı "sanat kurumu mağduru" pozisyonuna düşmüşken, ülkedeki genç sanatçıların azımsanmayacak bir bölümü geleceğini Avrupa kasabalarında kurma uğruna ülkeyi üçer beşer terk ederken, sanatın sanatçılar cephesi derin bir küskünlük ve kırgınlık içerisindeyken, bahsini ettiğin sistem sanatçılardan adeta bir müştekiler ordusu yaratmışken, "sanat sanat sanat" diye dilinden düşüremediğin pratiğin birinci dereceden muhatapları halihazırda can çekişirken neden hiç kalem oynatmadın? 

Şimdi her şey birkaç galeri kapandı diye mi oldu? Bir çoğunun samimiyetinden zaten şüphe duyduğumuz, bir çoğunun tarihi sekiz ay öncesine bile dayanmayan, bir çoğunun patronu yeni sezon Harvey Nichols ayakkabısına sanat yapıtına eşdeğer bir özenle yaklaşan bu aktörler, bu sahte aktörler, ne zaman gerçek anlamda aktör oldu? Bedri Baykam'ın boş çervevesi 125 bin Dolar'a Ülker Holding'e satılırken üç satır eleştiri getirmek yerine, "sıra ne zaman bana gelecek" diye ellerini ovuşturanlar batınca mı, sanat battı? Şimdiye değin literatüre ne kattılar da, neyi geri alamadıkları için yakınıyorlar? Bir tane enstitümüz var mı, sanattan gelir elde edenler tarafından kamu hizmetine sunulan? Ne hakları vardı üzerimizde? 

Galerici hakları mı? 
%50 komisyon hakları mı?  
Peki ya sanatçı hakları? 
Sanatçılar haklarını helal etti mi? 

İstisnaları tenzih ederim, ama şayet önümüzde ciddi bir sorgulama varsa, öncelikle sanatın yıllık kereviz ihracatını analiz eder gibi bir analitiğe bağlanamayacağı gerçeğini ortaya koyup, süreci salt bir piyasa hareketinden ibaret gören bakış açılarınızı değiştirmenizi temenni ederim. 

Böylelikle belki hem sanatın piyasa çıkarlarından ibaret olmadığı gerçeği ile yüzleşebilir, hem de sanatın süregiden gerçek ama ÇOK DAHA DERİN problemleriyle temas etmenin yollarını araştırabilirsiniz. 

Evet Türkiye'de sanat iflas ediyor, en nihayetinde edecek, fakat mahalle aralarında açılan üç beş ticarethane kapandığı için değil. Gelin gerçek nedenleri, ZİHİNSEL İFLASI beraberce masaya yatıralım… Yok yatıramıyorsak, örnek misal kendi adıma, piyasası batmış bir kereviz olarak ben, mevcut iflastan son derece memnunum. 


13 Aralık 2014 Cumartesi

THE CUT üzerine



THE CUT'ı görmek üzere sinema salonuna adım atarken bir nebze ön yargılıyım. Yönetmene, senaryoya, sinemaya, sinema diline olan ön yargımdan ibaret değil, 2000'li yıllardan itibaren git gide klişeleşen; siyasetçilerin, tarihçilerin ve medyanın adeta poker hevesiyle üzerine oynadıkları (neredeyse adına bahisler tutulan) böylesine sert bir konunun elimdeki biletten daha fazlasına tekabül ettiğini bilmek, fakat diğer yandan buna mecbur hissetmek, en zoru kendime, nihayetinde insan yaratısı popüler kültürün insan yaratısı tuzaklarına karşı bir ön yargı. İnancını yitirmiş olmakla alakalı.

Sanırım bir Türkiye vatandaşı olarak 1915 Ermeni Soykırımı üzerine bilmem gereken (bile-bileceğim) her şeyi biliyorum. Sokaktaki adamdan böyle bir (dez)avantajım olabilir. Bu (dez)avantaj aynı zamanda filmle aramda ikinci bir ilişki kurmamı sağlıyor. Çünkü ben THE CUT'ı Ermeni Soykırımı'nın nasıl bir şey olduğunu görmek üzere izlemiyorum. Bu filmden öğrenecek bir şeyim olduğuna inanmıyorum. Üstelik senaryodaki imgelemden çok daha fazlasına hakimim. Ön yargı diyerek özetlemeye çalıştığım şey, bunların toplamı.

Fakat bu aynı ön yargı, filme mesafelendikçe Fatih Akın'a yaklaşmamı sağlıyor. Beni asıl ilgilendiren soruya. Yönetmenin ne hissettiği, neyi niyetlediği, 2015'e aylar kala iyi niyet taşlarıyla örülen cehennem yolları, Ermeni Soykırım'ına dair hikayelerin tümünden daha yabancı bana. Asıl merakım buradan doğuyor. Çünkü bunu ilk kez yaşıyorum; "şimdi sırada ne var?"

Fatih Akın beni en çok, ön yargılarım konusunda tatmin ediyor.

Atom Egoyan'ın Ararat'ındaki metaforik önermenin aksine, bu kez gerçek bir "soykırım" filmiyle karşı karşıyayım. Mardin gerçek, patikalar gerçek, Resulayn gerçek, cesetler gerçek, Halep gerçek, kuyular gerçek, Der-Zor gerçek, kayıp ilanları gerçek, Beyrut gerçek, kamplar gerçek, kesik gerçek. Mardin'de doğup Ruso'da ölen Arsine'nin mezar taşı gerçek, bir film ne kadar gerçekse, hepsi o kadar gerçek.

"Bu zaten olacaktı, nasıl olsa sonunda çekilecekti, nihayetinde bir gün yapılacaktı, birileri mutlaka el atacaktı" BİR YANA. Benim için asıl soru, bunu Fatih Akın yaptığı için o salondan "düşünceli" ayrılıp ayrılamayacağım.

Düşünceliyim.

Hatta, iyi ki böyle yapıldı fikrindeyim. O nedenle filmden bahsetmeyeceğim. THE CUT'ı izlemek yalnızca tarihe tanıklıktan ibaret değil, o salona giren herkesin kendine tanıklığı.

ÖLMEK Mİ ZOR, KALMAK MI?