24 Haziran 2013 Pazartesi

Ne değişti? / What changed?


What changed?

In 2007 I graduated from the MA program at Yıldız Technical University's art and design faculty with my thesis entitled "Photographs and Minorities in İstanbul as a Means of Cultural Representation in the Process of Modernism."

Today the (newly appointed) dean of this same faculty is "accusing" participants in the Gezi Park resistance of being Armenian, Greek and Jewish and calling for research into their ethnicities...

What changed in Turkey's academy in just seven years?

......................

Ne değişti?

"Modernizm Sürecinde Kültürel Bir Temsiliyet Aracı Olarak, İstanbul'da; Fotoğraf ve Azınlıklar" başlıklı tezim ile YTÜ - Sanat ve Tasarım Fakültesi yüksek lisans programından 2007 senesinde mezun oldum.

Bugün aynı fakültenin (yeni atanan) bölüm başkanı, Gezi Parkı direnişçilerini Ermeni, Rum ve Yahudi tebası olmakla "suçluyor" ve soylarını araştırmaya davet ediyor...

Yedi senede Türkiye akademilerinde ne değişti?




photos by Vasıf Kortun

23 Haziran 2013 Pazar

yumuşak karında siyasetsizleşme; direnişin dirençsizliği.

Ülke genelinde iki buçuk milyon insanın sokaklara döküldüğü bir direnişte, eksikliği hissedilen şey enerji değil, bu enerjiyi sağlımızı bozmadan kontrol edebilecek bir irade. Toplumsal zemini ve psikolojik üstünlüğü böylesine hızlı yakalamış bir hakeretin, aynı manevra kabiliyetini siyasi kulvarda gösterebilmesi. 

Çünkü iki buçuk milyon insanın sokaklara döküldüğü bir direniş söz konusu olduğunda, ne yazik ki yatay örgütlenme aleyhimize işliyor. Tek bir grubun ortaya koyacağı provokatif tavır, şu aşamada tüm bileşenlerin zarar görmesine müsait kapılar aralıyor. Böylelikle direniş, kendi kendisini kıran yeni bir ivmeye doğru (mu ?) kayıyor. Sistem tam olarak biz "amatörlerden" bunu mu bekliyor? Aynı sokaklarda amaçsızca kalakalmamız... 

TEMEL SORU BU 

Gün itibariyle sokaklarda bir gencin daha gözünün çıkmasına hiçbirimiz razı gelemeyeceğimize göre, bu süreçte sorumluluk alanların kibirlerinden bir nebze ödün vererek daha fonksiyonel ve çözüme yönelik yol haritaları üzerinde çalışmaları, açıkça fazla mesaiye kalmaları gerekiyor... Ne yazik ki sorumluluk almadan siyaset sahnesine çıkılamıyor, sorumluluk almak ise eleştiriye açık olmayı gerektiriyor. Kısaca kimsenin "dokunulmazlığı" yok.   

Bu bağlamda Taksim Dayanışması'nın iki temel sorumluluğu ortaya çıkıyor; 

1. Direnişi temsil eden gruplar arasındaki müzakereyi sağlamak. 

2. Devlet ile Direniş arasındaki müzakereyi sağlamak. 

Direnişi temsil eden gruplar arasındaki müzakere forumlar aracılığı ile, ve eylemlerin ilk gününden itibaren gruplar arasındaki karşılıklı empati ve toleransa dayalı iletişim sayesinde kendiliğinden oluşuyor, daha fazlası da oluşacak gibi görülüyor.. Böylesine çoğulcu bir direnişte, aslında çok daha zor olması beklenen bir eşik, mucizevi bir şekilde aşılıyor. Böylelikle büyük bir yük, adeta içgüdüsel olarak Taksim Dayanışması'nın üzerinden alınmış oluyor. 

Geriye ikinci adım kalıyor. Yani, eski solcuların deyimiyle biz çoktan 6 tonluk bir fil olmuş iken, memleketin tüm meydanlarını doldurmuş iken, kimsenin bizi oradan kaldırmaya kolay kolay gücü yetmeyecek iken, üstelik tüm uluslararası medya ve de sosyal medyayı arkanıza almış iken, buradan tüm dünya ile paylaşabileceğimiz net kazanımlar elde etmek.

Ne yazik ki DİRENİŞ, bu noktada tıkanıyor. 

Cumhuriyet tarihinin gördüğü bu en sivil ve de en hakkaniyetli girişim, bir ayı dolduracak olmasına karşın "elde var sıfır" hesabıyla sokaklarda "sık bakalım" demeye devam eden bir gençliğin "yaz heyecanına" terkediliyor.. Hali hazırda "şımarık" olmakla, "elitist" olmakla, "amaçsız" olmakla, "pasifist" olmakla suçlanan bir hareket, sokaktaki motivasyonunu ve gücünü siyasi alana kanalize edemeyerek, adeta kendisine yönelen suçlamaları haklı çıkartıyor.

Dün, Taksim Meydan'a karanfil bırakmak amacıyla, bitiş ve dağılma saati kamuoyuna duyurulmadan bir kaosa dönüşen girişim, bunun en açık göstergesi oldu. Bir ülkenin en önemli meydanını 20 gün işgal etttikten sonra (ki birçok ülkede bu başarı bile tek başına hükümetin düşmesi için nedendir) aynı Meydan'ı polisin insafına terkedecek şekilde kitleyi amaçsızlaştırmak, içerisinde hepimizin büyüdüğü ve olgunlaştığı bu direnişin bir nebze özeleştiriye ihtiyacı da olduğunu ortaya koydu.

Görünüm itibariyle DİRENMEKTEN bir adım öteye geçilemiyor. Halbuki bunun, bir sonraki adımı var, bir sonraki adımı, ve bir sonraki adımı daha tezahür etmek gerekiyor... Önümüzde uzun bir yol var; yormadan ve yorulmadan soğukkanlılıkla üstesinden gelmemiz gereken şeffaf bir müzakere süreci. 

Grup içine kapalı bir temsiliyet lüksüne sahip olmayan, en azından benim kendilerine bu misyonu biçmediğim Taksim Dayanışması'nın klasik eylem modellerinden kopyalanmış "cek-cak" ile biten işlevsiz listeler hazırlayıp sosyal medyada paylaşmak yerine, belli kapılara çoktan DAYANMIŞ olması gerekiyor. 

Bugünün koşullarına ve direnişin gücüne yakışan her türlü girişimde, kendileri ile "dayanışıyor" olacağım; o kapılarda..   

18 Haziran 2013 Salı

Semiha Berksoy - 2001


"hepiniz birer fenixsiniz çocuklar. SOL sesini verdim. Ölümü yendim. Herkesin SOL sesi farklıdır çocuklar... Benimki Müzikti. Sizinki farklı bir şeydir çocuklar."

"hepiniz birer fenixsiniz... Anka kuşusunuz... Sakın karamsar olmayın çocuklar. Öyle bir köşede büzülüp kalmak olmaz. Havalandırın kanatlarınızı..."

Semiha Berksoy - 2001

biraz itiraf, biraz olasılık, biraz istifa.

Başlarken; bu bir özür yazısı değildir. Bu yazı, hazırolda bekleyen eli bayraklı, postal sevdalısı "muhaliflerden" farklı olarak, bugüne değin AKP iktidarını anlamaya, özümsemeye ve çözümlemeye çalışmış kesimlerin bugünkü reflekslerinin çok daha gerekli olduğuna duyulan inancın sonucunda, sorumluluk bilinciyle kaleme alınmıştır. Amaç günah çıkartmak değil (ki günah çıkartmak da son derece ahlaki bir eylemdir), birbirlerimizi daha fazla ötekileştirmeden alacağımız yolun zeminini araştırmaktır.


İşte tam olarak son yirmi gündür maruz kaldığımız BU SİSTEM, henüz 18 yaşında beni, bahçesi limon kokan bir villadan çıkarıp sol örgütlerin kucağına oturttu. Bundan tam 13 sene önce, bu mevsimlerde. Seneler sürdü iç hesaplaşması. Hala da, başımı yastığa koyduğumda, dişlerimi sıkar hesaplaşırım..

Ben ve benim gibi, orijinden gelen bir ilişkisi olmamasına karşın AKP iktidarının çoklarının gözündeki anlamı, kişisel tarihlerimizle harmanlanmış bir gerilimin son bulacağına dair inançta gizliydi. Sisteme dair bir güven yitiminin, olasılıklar arasındaki en anlaşılır sesine dönüşüyordu AKP. Türkiye'de liberalleşme (bir nebze) önemliydi. Yalnızca bu nedenle dahi, belli müştereklerde buluşmaya değerdi. Ben ve benim gibi başka çocuklar, geleceklerini öfke sarmallarında bulmasınlar diye.

Özellikle ilk dönemi süresince AKP'yi farklı başlıklarda destekledim ve sanırım AKP'yi desteklediğim akıcılıkta da, başka bir partiyi desteklemedim.. Oyumu vermedim, fakat konjonktürde çoğu kez kendimi AKP'yi savunurken buldum. Ülkedeki oyların ciddi bir bölümünü zaten garantilemiş olan bir partiye oy vermek değildi mesele, aramızda bir köprü oluşturmaktı, bunu yaptım. Geçtiğimiz son iki seneye kadar da, bu tavrımdan dolayı hiç şüphe duymadım.

Bir zihinsel egzersiz olarak dahi; Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılmış azımsanmayacak bir tabanı anlamak, katılımcı demokrasinin sınırlarını farklı cephelerden yoklamak, Türkiye'nin dünya üzerindeki konumunu bir de Ortadoğu merceğinden okumak, modernizmin yakın tarihiyle o tarihin dışarıda bıraktıkları üzerinden hesaplaşmak, otoriter laikliğe demokrasi aracılığıyla mesafelenmek önemliydi. Çevremi kuşatan sisteme bir de bu mesafeden bakmak, o güne kadar (gerçekten) yapılmamış bir zihinsel egzersiz olarak dahi, gerekliydi. Bu nedenle AKP'ye, pek de şüpheci yaklaşmadım.

Bugün ise şüphe duyuyorum.

Çünkü bugün AKP beni aldatmakla kalmıyor, beni APTAL yerine koyarak aldatıyor.

Çünkü ben ve benim gibi Türkiye'de liberalleşmenin gereğine inanan birçoklarını yarı yolda bırakarak, kendisine zulmedenlerden ödünç alınmış sihaları, bedenlerimizde deniyor. Vakt-i zamanında ideolojik olan bir problemi sosyolojik alana çekerek, aynı kutuplaşmadan, bu kez çoğunluk bilinciyle faydalanmaya çalışıyor. Terkettiği sevgilisini "fahişe" olmakla suçlayan bir maçonun intikam hırsıyla, bencilliğin ve kibrin tüm klişelerini kullanarak; iftirayla, yalanla, manipülasyonla, sansürle, aşağılamayla bir toplumu dize getirebileceğini sanıyor. Bugün AKP, izlerken gözlerimize inanamadığımız derecede kötü yazılmış bir senaryoyu meydanlarda sahneliyor, üstelik bunu sözde siyasal profesyonelleşmenin zirve noktasında yapıyor.

Bunu, bilinçli olarak yapıyor. Yoksa kimse beni "çıldırmış" olduklarına inandıramaz. Hepimize ne kadar güçlü olduğunu, ne kadar yenilmez olduğunu, ne kadar zalimleşebileceğini kanıtlamaya çalışıyor. Sinir uçlarımızın en hassas noktalarına paslı iğneler saplayarak, ruhlarımızda kalıtsal hasarlara yol açmaya çalışıyor. Aslında hiçbir şeyin nasıl da değişmediği HATIRLATARAK, hafızalarımızla oynuyor.

Uzatmayacağım; bugüne değin AKP ile sürdürdüğüm tek taraflı empatiden İSTİFA EDİYORUM.

Benim en olağan hassasiyetlerimi, en evrensel değerlerimi, en insani amaçlarımı, en vicdani yargılarımı, en barışcıl eylemlerimi anlamamak için 20 gündür gözümün içine baka baka tepinen bir yobazın başında olduğu bir düşünce sistemi ile, tek taraflı empatimi daha fazla sürdürmek istemiyorum. Kuşkusuz bu dönüş beni, eli bayraklı postal sevdalıları ile aynı saflara koymayacak, hiç koymadı, ancak bundan sonra kendilerini de, en az muhaliflerini eleştirdiğim kadar eleştireceğimi çağrıştırabilir, aksi kanıtlanmadığı sürece, eleştirimin birincil hedefi artık AKP'dir.

Zamanında AKP'nin normalleşmesine katkıda bulunan yazar, düşünür, sanatçı ve tüm diğer kesimlerden, gün itibarı ile (kimseye kulak asmadan) aynı refleksi vermelerini içtenlikle bekliyorum. Bu bir özür değil, aksine bir sorumluluk meselesidir.

Başbakan'ı asıl "marjinalleştirecek" olan, bu duygusal istifalardır. 

14 Haziran 2013 Cuma

KAHROLSUN BAĞZI ŞEYLER


Hani o söyleyecek sözü olmayan, dili olmayan, rengi olmayan 80 sonrası kuşağın zihninden sokağa döküldüğü her halinden belli olan KAHROLSUN BAĞZI ŞEYLER; bir süredir söylemek istediğim, söyleyemediğim ya da nasıl söylemeyeceğimi bir türlü kestiremediğim her şeyin kaldırıma geçen özetidir.

İmla hatalı değildir, aksine, kasıtlı göndermedir.
Otosansüre ve apolitizme yapılan o açık göndermenin (otosansür ve apolitizm ile lekelenmiş bir kuşağın) asıl edebi jestidir, üzerine şapka kondurulan "yersiz" bir G!

Tutarlılığı; özeti geçiciliğinden, hakikate yakınlığından, hedefi saptamasından, ironiyi paylamasından, herkesin payına düşeni almasından gelir.

İfade edilememiş bir neslin mottosu, gün itibarı ile dile getirebileceği en kuvvetli slogandır.

Derindir.

İçinden bir kez, bir kez, ve bir kez daha tekrarlama isteği uyanırken, üstelik tam bir tebessüm edecek iken tekrarlar arasında, sezgisel olarak boğazımızın düğümlenmesi, kolektif hafızanın derinliklerimizde bıraktığı yaradır.  

KAHROLSUN BAĞZI ŞEYLER; beni benden alan, kalbimi o kaldırımda bırakandır.

18.gün, aynı kaldırımdayım.

BAĞZI ŞEYLER KAHROLSUN, diye.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi Park likely to dwarf this year's İstanbul Biennial - Rumeysa Kiger / TODAY'S ZAMAN

The image shows Taksim Square’s Topçu Barracks, which were demolished in 1940 on the advice of French city planner Henri Prost. Now, Gezi Park stands in the area once occupied by the barracks. (Photo: Archive)


10 June 2013 /RUMEYSA KIGER, İSTANBUL


While many observers have begun to raise questions about the potential impact that Turkey's ongoing wave of protests may have on international events scheduled to be held in the country in the weeks and months to come, most of these events in fact tend to be related to sports. The event most likely to be affected, however, is actually the upcoming İstanbul Biennial, which may find itself dwarfed by the outpouring of cultural and artistic creativity that has accompanied the protests.

Many of the most striking activities being organized in Gezi Park are those related to arts and culture. From an open-air library built near the center of the park to performances by musicians, theater artists and dancers, every type of artist is supporting this peaceful space through their art. Some figures in the culture and arts world have gone as far as to suggest that this year's İstanbul Biennial, which is scheduled for fall, should be canceled and Gezi Park should be announced as the official biennial instead.

Video artist Köken Ergun told Today's Zaman at the park that a “Gezi Biennial” is a very good idea, since the site now features a very wide group of people from almost every segment of society, which a biennial usually is unable to achieve. “It is not just the artistic performances, but every slogan, every piece of writing is an artwork here. İstanbul Biennial was probably hoping to do something in Taksim Square but it was hard for them to do so because of permission issues. But the people have done it themselves; the whole square and park are now functioning as a biennial. Whatever İstanbul Biennial will do after this cannot go beyond this point. In fact this should be announced as the biennial and all those art experts of the world who regularly come to the opening should come here and see this,” Ergun added.

Another artist-activist, Tayfun Serttaş, said that he has never witnessed such an initiative, such an act of civilian disobedience in his life. “I believe the best location on earth to be right now is Gezi Park. And, of course, art is an important part of what's going on here. Wherever you look there is an artistic performance going on. However, this energy should be channeled properly and artists have a huge responsibility at this point. I call on all the artists in Turkey and the world to come here and give workshops and perform their art here. The more we do so, the more it becomes something else. Some would call it a biennial, some would [call it a] festival, some would not give a name,” Serttaş said, adding that nothing, including the arts, will remain the same in Turkey after these events. “We will have to rethink and discuss everything from now on. We have been discussing about public spaces, gentrification problems and practices and artistic performances in public spaces for a long time in İstanbul. We were feeling very hopeless and the most important thing this brought us is the motivation that we have right now. There won't be just one revolution coming out of this but numerous ones and at least one of them will be beautiful,” he stressed.

In a similar vein, theater critic Yaşam Kaya said that every square meter in the park has been turned into an improvised theater. “William Shakespeare's words ‘All the world's a stage, and all the men and women merely players' have became a reality perhaps for the first time in the world. I think it's a beautiful idea to turn the park into the biennial so that the ‘rebellion art' started by society can be seen by everyone in the world,” he suggested.

Other figures in the art world, on the other hand, do not think that Gezi Park should be considered a biennial. Painter Özgür Korkmazgil for instance says that the issue is not particularly relevant as biennials are not very important events anymore. “In Gezi Park today, we are witnessing an unbelievable manifestation every day. Creativity and criticism are reaching their peaks in the park right now but is not a biennial because biennials only serve sponsors. There is a much younger structure right now in the park. Art is not only performed by the artists anymore; Gezi Park is the biggest example of this. We cannot present the reality of the park as a biennial,” he insisted.

This year's İstanbul Biennial as currently planned aims to “highlight the potential of the discourse of the public domain through an examination of spatial justice and art in the public domain.” However, conceptual artist Banu Cennetoğlu said the reclamation of public space in Gezi Park has entirely pre-empted such a question. “A very well-intentioned but exploitative approach might attempt to appropriate the park for the art biennial. They should see this as an opportunity, reconsider the terminology they have used and allocate their resources to the park as the process evolves,” she argued.

Another artist, Nazan Azeri, also argued that looking at the park as an artistic installation or performance and turning it into a biennial space wouldn't be right since the price of the struggle for this park cannot be exploited in such a way. “This year's biennial will not be meaningful anymore and it should be cancelled. The institutions who are engaged with it should think this through and initiate a process of self-criticism,” she further stressed.

DOCUMENTARIST film fest wraps up in Gezi

This year's DOCUMENTARIST, İstanbul Documentary Days film festival, wrapped up with an award ceremony on Sunday evening in Taksim's Gezi Park.

Switzerland-based young Turkish director Ufuk Emiroğlu's debut film “Babam, Devrim ve Ben” (My Father, the Revolution and Me) won the festival's Johan van der Keuken New Talent Award, designed to encourage young documentary filmmakers. The director was also presented with a gas mask by the festival's organizers.

Doğu Akıncı won an honorable mention for his film “Mustafa'nın Yaşam Zinciri” (The Life Chain of Mustafa). Akıncı said as he accepted his award that people in the park were not only there to attend the award ceremony, but also to join the resistance against the government's plans to demolish the park.

Nearly 1,000 people attended the closing ceremony of the festival, the organizers of the event announced in a written statement on Monday.

This year's festival was extended for three days to show the films that had their screenings cancelled due to Gezi Park protests. The sixth annual festival presented over 200 documentaries from around the world, also featured documentaries focusing on the theme of resistance. Today's Zaman, İstanbul



kesik kesit: bir kentin modernliği ve modernin yalnızlığı.

Gezi notlarımdan;

Çünkü herşeyden önce bu direniş, milyonlarca İstanbulluya İstanbul'u kimlerle paylaştığını göstermesi açısından emsalsiz oldu. Bir kente onurunu asıl geri kazandıracak olan şey buydu; bizler arasındaki gizli bir müzakere.

O güne kadar apartman duvarlarına sıkışmış, altlı üstlü yaşamların kuytularında gizlenen yüzler, ilk kez gerçek hayatta göz göze geldi.. Kendi safından, bir diğerinin safına baktı.

Bir parkın, modern insanın bilinçaltına bundan daha büyük bir katkısı olabilir mi? Ya da tersten soralım, hangi AVM bu yüzleşmeyi aynı olağanlık ile yaşatabilir?

Ağacın altında gizlice fotoğrafını çektiği çocukla tanışan genç kadın, çocuk facebook adresini isteyince kahkahalar atarak veriyor... Bahsi geçen özgürlük (özgüven olarak betimlemek de mümkün) tam olarak bu kahkahanın altında.

Dilerim ki, ağaçların gölgelerinde kahkahalar atarak birbirlerimize telefonlarımızı verelim. Bu şehirde hiç de yalnız olmadığımızı göreceğiz.

Bir süredir bu topraklarda, modernizm talebinin kati surette halktan gelmediği bu topraklarda, aynı tabandan modernizmin arzulandığı son büyük çığlık olacak Gezi direnişi. Bu direniş kazandığı müddetçe modernite kazanacak, gibi görünüyor. Diğer türlü mizahi bir post-modernite kurgusunda süregidecek hanedanlık.

İkircikli olduğu kadar ironik bir tablo, modern insanın yalnızlığı ve bir parkın karşı konulamaz libidosu arasındaki flört.

Böylelikle tartışılabilir; individualism sonrası. 

5 Haziran 2013 Çarşamba

üç beş ağaç ve birkaç çapulcu.

Bir seneyi aşkın süredir, Taksim metro girişinde gece gündüz, yağmur çamur, yaz kış demeden bekleyen bir avuç insan vardı. Metro giriş ve çıkışlarında elimize daima aynı flayer'ı tutuşturmaya çalışan bu bir avuç gizli kahramanın, ortak meselesiydi Gezi Parkı.

Bir kısmını şahsen tanıdığım, bir kısmını hayatım boyunca daha önce hiç görmediğim bu insanlarla ilgili genel kanaatim, hepsinin en az bir üniversite mezunu oldukları, "Taksim Hepimizin" platformu altında ilk günden itibaren bir araya gelen kemik kadronun çoğunlukla mimarlardan ve kent planlamacılarından oluştuğu, ikinci dalga desteğin ise semt sakinleri, sanatçı ve yazarlardan geldiğiydi. Kısaca kentli, kendine yetecek kadar eğitimli ve kamusal alan bilincine sahip bir kitleden yükseldi, o ilk çığlık.

Gezi Parkı'nın akibeti konusunda "söz sahibi" olma hakkını korumak dışında ne bir ortak ideoloji, ne bir siyasi yönelim, ne de başka bir paydaş zemin vardı aramızda. Konuşuyorduk; üstelik sabit bir fikir değildi üzerinde durduğumuz, zira bir çoğumuz Lütfi Kırdar'ın belediye başkanı olduğu dönemde bu işlere bulaşmış olsa, muhtemelen Henri Prost'un projesini pek beğenmeyecek, Kışla'nın yerinde kalması gerektiğini savunarak bu yönde mücadele verecekti.. (Örneğin ben mezarlık meselesine takılabilirdim o zamanlar, Hilton'a da kesinlikle karşı çıkardım.) Ancak içerisi türlü mağaza ile kuşatılmış bir replika önermesi de değildi bugün için arzuladığımız. Bunda hemfikirdik, bir de kamusal olanın kamuya açık bir şekilde, kamusal alanı keyfine göre tasarlama hakkını kendinde gören bir yönetimin diktasından kurtarılarak, şeffaflıkla yönetilmesiydi amaç. Formül basitti; İLETİŞMEK.

Çok yazıp çizdim o dönem üzerine, şimdi hepsini baştan almaya gerek görmüyorum. Giden zaten gitmişti, elde kalanları mümkün olduğunca kollamaktı direnç noktası, vakti zamanında gidenlerin akibetini örnekleyerek, altını çizerek, bugünün kentsel mekanlarını korumaktı.

Derken, bu noktaya geldindi; üç beş ağaç ve birkaç çapulcu olarak..

Yer küredeki kısacık tarihi içerisinde insan uygarlığı türlü tuhaf eziyet ve işkenceden geçti. Fakat sanmıyorum ki insan uygarlığı, tarihinde bir "alışveriş merkezi" yüzünden, böylesine sancılı bir süreçten geçsin.. Parodik olduğu kadar travmatik. Neydi bu kadar sert çıkılmasına zemin hazırlayan, nedendi o şafak baskınları, böylesine barışçıl bir gösterinin bastırılma arzusu kimi tatmin ediyordu henüz bilmiyoruz.. Öğreneceğiz elbet. Şimdilik bildiğimiz bir şey varsa, hiçbir iktidarın, "alışveriş merkezi" yapma inadıyla topluma bu denli yüklenemeyeceği, bu denli sert çıkamayacağı, bu denli saldıramayacağıdır.

Kimlere ne gibi sözler verildi, kapalı kapılar arkasında ne gibi taahhütler var, uyduruk bir alışveriş merkezi nasıl bir ieolojik sembolizme eklemleniyor ki, devlet adeta düşman sokaklarına yüklenir gibi yükleniyor sokaklarımıza, evlerimize, bedenlerimize, kestirmek hala çok güç.

Hesapta bu denli basit ve çözümü iki çift "yapıcı" kelimede gizli olan bir müzakere konusunun adeta "bayrak, vatan, millet, din" savunur gibi bir azimle savunulması, bu uğurda hani neredeyse canımıza meydan okunması, vahşi kapitalizmin geldiği noktayı göstermesi açısından olduğu kadar, günümüz hükümetinin demokrasi söylemi altında diktatörlüğünü hangi noktaya taşıdığını kanıtlaması açısından da şaşkınlığı katlamaktan öteye geçemiyor, esef uyandırıyor.

Emin olduğum şeye gelince;

Taksim Hepimizin platformu, kabul edilemez bir talepte bulunmadı. İletişim kurmaktı tüm amaç, muhataplar tanınmadı, arzulanan iletişim kurulmadı. İlk gününden itibaren o gösterilere katılan kitleler, barışcıl bir sivil itaatsizlik ortaya koymak dışında bir hedef altında toplanmadı, ve insanları panzerlerin önünde sürükleyecek kadar değerli görülen (vazgeçilemeyen) amaç, hepi topu 10-15 sene sonra işlevini tümden yitirecek bir alışverş merkezi açmaktan fazlası değildi... (ya da bir "alışveriş merkezi" kamu üzerinde oynanan tüm gizli oyunların deşifre olmasının ilk ipucu olacaktı)

O halde tüm samimiyetimle iktidara soruyorum; nedir bu kadar vazgeçilemez olan?

Ve sanıyorum ki; BİZ DİRENDİKÇE, BAZI SIRLAR DEŞİFRE OLACAK!

Not: mücadele yorgunluğundan klavyeye vuran parmaklarım titrerken şu an, hem bir analizde bulunmak hem de süreci öngörmek için çok erken, biliyorum, yalnızca devam demek için, tarihi kazandığımızı bildiğim için..