9 Ağustos 2011 Salı

Göçmenler Arası Olasılıklar, Magna Carta, Yağma ve Yer Kavgası gibi şeyler üzerine..

Dalston'da mahalleyi yağmacılardan korumak için toplanan Türkler. Başlığı: The Turkish community of Dalston are chasing away rioters. What a great sense of community!

Londra'da üçüncü gününe giren olayları ilk duyduğum andan itibaren şaşırmadım. Sadece ne kadar ileriye gidebileceği üzerine tahmin yürütmeye çalıştım. Sonra bundan da, vazgeçtim. Bu sabah Brixton'u duydum. Güney'e kadar inmişti isyan adı altında destekçi toplayan apolitik yağma dalgası. Ortada ne politik bir gösteri, ne altında bir örgüt bağlantısı ne de siyasal zemine oturabilecek bir tartışma vardı gerçekte. Bizlerin henüz tanışık olmadığı başka bir kırılma noktası bu. Olayların özü, her zamanki gibi Londra'nın kangrenleşen sosyolojik katmanları arasındaki ruhsal gerilime dayanıyordu. Çok uzun süredir patlamaya hazır bir bomba olarak bekliyordu Londra, yalnızca zamanı üzerine bahisler tutmaktan sıkılmıştık kendi aramızda. Şimdi vahşi kapitalizmin dünyada en ağır hissedildiği bu paramparça şehirde, olması gerektiği gibi, belkendiği şekilde, bütün şiddetiyle vuku buluyor dehşet. Olan Mark&Spencer raflarına oluyor, Tesco'nun attığı çöpleri kapışmak için izdiham yaratan Londralılar daha iyi marka iç çamaşırı giymek istiyor. İleri demokrasinin onlara tanıdığı hakları iyi biliyor ve gidebilecekleri son noktaya kadar gitmek için çabalıyorlar artık. Olan bu, kararlılar. Bir şehrin başına gelebilecek en hüzünlü ihtimallerden birisiydi değil mi bu?

Akşam saatleri ile birlikte olayların Kuzey Doğu Londra'daki Hackney bölgesine sıçradığını duyduğumda ise koca bir EYVAH dedim. Burası benim en gerçek Londram idi. Daha genelde ise bohemlerin, sanatçıların, punkların ve squatcıların toplanma merkezlerinden birisiydi. Londra'ın genel havasından farklı olarak turistik olmayan, mahalle kültürünün hakim olduğu ve kendine özgü yasaları olan, bu yasaların uygulandığı bir yerdi burası. Diğer yandan "alnernatif, sıradışı ya da marjinal" kodların bedelini bir süre sonra gentrification riski ile ödemeye mahkum olan dünya kentlerindeki benzerlerinden farksızdı. Son dönemlerini görmüştüm Hackney - Dalston hattının. Böyle yerlerden her ayrılışınızda, gelecek ziyaretinizde çok daha farklı (steril) bulacağınızın hüznünü yaşarsınız, öyle ayrılmıştım.

Hackney bölgesinin bir diğer tanımlayıcı özelliği ise; Türkler. Bu mahalle aynı zamanda Londra'nın en kalabalık Türk toplumunu ağırlıyor. Çoğu artık mal ve iş sahibi. Bölgede eskiye uzanan bir varlıkları ve baskınlıkları var. Diğer göçmenler arasında hızla sivrilmiş bir toplum. Çocukları St Martins ya da Goldsmiths'den mezun olup sanatçı oluyor. Entegrasyona kapalı muhafazakar Türk göçmen prototipinden çok farklı bir mizaca sahipler. Herşeyden önce Londralılar ve Londra'nın Avrupa'nın diğer kentlerine oranla onlara sunduğu olanakların farkındalar. Mahalleyi Siyahlarla, Ortodoks Yahudilerle ve son dönemde Polonyalılarla kesişerek paylaşıyorlar. Fakat Türklerin tüm diğer toplumlardan farklı bir özellikleri daha var. Bölgede kültürel hakimiyet kurmaktan öte polisin dahi senelerce yerine getiremediği bir kontrol gücüne sahip olmuşlar. Londra'da bir tür asayiş toplumu olmuş Türkler. Suç oranları çok düşük, hırsızlık yapmıyorlar ve Birleşik Krallık yasalarıyla çatıştıkları bir toplu sicil tarihleri yok. Deyim yerindeyse, beyaz zenciler.

50'li yaşlarında Londralı bir arkadaşım, Hackney'den bahsederken 2. Dünya Savaşı sonrası boşalan ve Siyah göçmenlerin eline geçen bu mahallenin Türklerden önce çok tehlikeli bir yer olduğundan bahsetmişti. Hala çok tekin değil, fakat o bölgede Türklerin hakimiyeti Siyahlardan almaları sonucunda mahallenin bugünkü alternatif karakterini kazandığını söylüyordu. Bu belki ayrı bir yazının konusu. Çünkü Türk göçmenlerin en ilginç özellikleri, göç ettikleri Avrupa kentlerinde merkeze hayli yakın olan, fakat yoksulluğa terkedilmiş en kriminal mahallelere yerleşmeleri. Bir süre sonra bu merkezi mahallelerde mülk ve kontrol sahibi oluyorlar. Bu çöküntü bölgelerini başka bir açıdan ıslah ediyorlar. Akabinde ise bu lokasyonlar gentrification'a açılıyor. Bugün Avrupa'nın birçok kentinde emlak fiyatlarının en çok yükseldiği mahallelerin Türklere ait olması ilginç bir tesadüften ibaret değil. Bu konuda bir araştırma yok. Fakat Berlin'in Kreuzberg ya da Londra'nın Hackney bölgesinde bugün tartışılan şeylerin birbirine çok yakın olduğunu biliyoruz. 15 sene öncesine kadar Türkler tarafından 5 - 10 bin Pound gibi fiyatlara satın alınan Victorian Dönemi binalara şimdilerde Hackney'de paha biçilemiyor. Türkler, Avrupalılardan ve diğer göçmenlerden farklı olarak işlettikleri dükkanları 24 saat açık tutuyorlar. Bu durum bir süre sonra onların yaşadığı mahallelerdeki yoğunluğu arttıyor. Çünkü gece 00:00'dan sonra sıcak çorba içebileceğiniz restaurantlar ya da sigara - alkol alabileceğiniz küçük marketler sadece Türk mahallelerinde. Üstelik ucuz. Önce alternatif tipler, ardından kelli felli bohemler derken bir anda kentlerin en eğlenceli ve kozmopolit merkezlerine dönüşebiliyor buralar. Böyle anlıyoruz, Türk mahallelerinin kısa tarihinden. Şimdilerde ise bu çekim gücünün ortaya koyduğu diğer olasılıklar üzerine kafa yoruyoruz.

O büyük EYVAH'a geri dönersek. Hackney - Dalston hattı elden gidiyor diye eyvah demedim elbette. Mahalledeki Türklerin bu duruma müdahale edeceğine adım kadar emin olduğum için eyvah dedim. Başka bir çatışmayı alevleyebilirdi. İngiliz polisinin Magna Carta kanunlarıyla son yarım asırdır altından kalkamadığı bir yer burası. Fakat bu sorunların altından kalkmaya dünden razı bir toplum daha yaşıyordu orada. Jargon biliyordu ve gerektiğinde bu gücünü çekinmeksizin kullanıyordu. Deyim yerindeyse, zaten senelerdir siyahları sadece onlar bastırabiliyordu. Birçoğu dükkan ve ev sahibiydi. Zamanında babalarının fabrikalarda çürüme pahasına çalışarak elde ettikleri mülklerini zaten rekabet halinde oldukları siyahlara yaktırmaya hiç niyetleri yoktu. Derken, sandığım gibi oldu. Gece yarısı gibi, mahallede yaşayan binlerce Türkiye kökenlinin gruplar halinde sokakları tutmaya başladıkları haberi geldi. Tam tahmin ettiğim gibi, yine şaşırmadım. Yalnızca koca bir EYVAH!

Oradan yaşayan yakınlarımdan aldığım haberlere göre gece yarısından itibaren çatışmalar adeta iç savaş noktasına gelmiş, konu İngiliz polisinin kontrolünden çıkalı çok olmuş, göçmenler arası başka bir hesabın kesileceğinin çanları çalmaya başlamış durumda. İngiltere topraklarında, bambaşka coğrafyalardan, bambaşka renklerden, bambaşka yüzlerin meydan muharebesi başlıyor şimdi. Vahşi kapitalizmin en ağır bedeli ödeniyor bugün. Yüzlerce sene denizaşırı toprakları kontrolü altında tutan büyük Londra, şimdi hiç tezahür edemediği bir savaşı kendi sokaklarında yaşıyor. Kontrol edemiyor.

Şimdi çok zor Londra. Şimdi öylesine ağza alınmamış kelimeler, öylesine hatırlanmamış vukuatlar, öylesine es geçilmiş tarihler dile gelecek ki... Londra, kimin kimle savaştığını kestiremediği bu yangın meydanında, belki de ilk kez kendi gerçekliği ile yüzleşecek. Böylelikle ilk kez kendi tarihiyle savaşmış olacak. Bu savaştan samimi bir iç hesaplaşma mı çıkartacak yoksa eski stratejilerine geri dönerek toplumları birbirine kırdırmak üzerinden göreli güvenliğini mi kontrol altında tutmaya çalışacak, göreceğiz. Londra'yı belki ilk kez bu kadar gerçek göreceğiz.

Bence Kraliçe Çıplak!

Hiç yorum yok: