31 Temmuz 2011 Pazar

yakın zaman

Asmalı Mescid "burdan şuraya kadar özgür" from eren bircan on Vimeo.


Her ne kadar öğrenci videosu olarak başlasa da, Yakub'un, sanatçı Selda Asal'ın, sosyolog Alan Robert Duben'in ve "dünyanın en güzel çerçevecisi neden bar oldu?" diye soran semt sakini Gülsün Sami'nin röportajları son yıllara tanıklık eden birer sözlü tarih dinletisi olarak hatırlanmaya değer.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Bugünkü TARAF
























Beyoğlu'nda esnaf bugün yine eylemde. "Artık eve giderken ceketime haydari bulaşmıyor" diyen mahalleli ise memnun. / Tuğba Tekerek

Okumak için üzerine tıklayınız.

29 Temmuz 2011 Cuma

ReMap3

ReMap3

An international contemporary art programme
Kerameikos-Metaxourgeio, Athens, Greece
12 September - 30 October 2011

























ReMap is an international contemporary art platform open and free to the public, which is held bi annually in the area of Kerameikos-Metaxourgeio in Athens, in tandem with the Athens Biennial. It is organized by ReMapKM, a not-for-profit organization.

ReMapKM’s goal is to create an alternative platform for the production and experiencing of contemporary art within the urban context, to present an interactive environment within a cultural framework and to enhance Athens’s positioning in the international contemporary art scene.

In its third incarnation, this year’s ReMap3 will be serving as a meeting place for over 250 artists, art historians and curators from around the world. KM’s own artistic community will also be represented within the 30 independent and the 25 gallery projects comprising this year’s ReMap.

The 50 plus exhibitions and projects hosted by ReMap3 will be presenting visitors an alternative route in KM, an area that is developing into a contemporary cultural hub in the centre of Athens and is home to the new Athens Municipal Art Gallery, the Athens Film Archive, the Kunsthalle Athena, The Breeder and Rebecca Camhi galleries, the ATOPOS Contemporary Visual Culture (ATOPOS CVC), Ε.Δ.Ω., Frown Tails, and a host of theatres including the new Synergy-o experimental stage and the internationally renowned Attis Theatre, which has been active in the area for over 20 years. Over the six weeks of the ReMap3 programme, all these institutions will coexist with ReMap3 exhibitions and projects, which are to be temporarily housed in unutilized spaces throughout the area. Far removed from the classic exhibition spaces provided by museums, art fairs or galleries, these spaces are neoclassical and 1970s buildings, courtyards, vacant plots and even detached balconies.

This year’s programme includes a number of young artists from all over the world, as well as institutions presenting their work in Greece for the first time. This will, strengthen ReMap’s dynamic presence as a platform for emerging artists and institutions on the international contemporary art scene.

The main exhibition programme is enriched by a range of performances, creative workshops and events staged in different spaces in the area. ReMap3’s info point will be based in the courtyard of an old house in the central Avdi square. The al fresco space has been designed by the distinguished architecture practice ANTONAS OFFICE, with the kind support of IKEA, and will also serve as a work and study ‘cell’ for creative groups wishing to make use of it. Free Internet access will be provided, as well as a pop-up art bookshop. Entrance to the information ‘cell’ - and to all ReMap3’s exhibitions - will be free of charge.

ReMap 3 is under the aegis of the Hellenic Ministry of Culture & Tourism and the City of Athens.

ReMap3 programme:


Gallery Shows:

AD Gallery (GR)
amt project (SK)
Andreas Melas Projects / Helena Papadopoulos Athens, Berlin (GR/DE)
Balice Hertling (FR)
CONDUITS (IT)
Freymond- Guth Fine Arts (CH)
Galerie Eva Presenhuber (CH)
gb agency (FR)
IBID Projects (UK)
Ileana Tounta Contemporary Art Center (GR)
Johann König, Berlin (DE)
Kalfayan Galleries (GR)
Loraini Alimantiri Gazonrouge (GR)
Mehdi Chouakri (DE)
Newman Popiashvili Gallery (US)
Peres Projects (DE)
Qbox Gallery(GR)
Rebecca Camhi Gallery (GR)
The Apartment (GR)
The Breeder (GR)
The Journal Gallery (US)
The Modern Institute/Toby Webster Ltd (UK)
Transmission Gallery (UK)
Vamiali’s gallery (GR)

KM LOCALS:
ATOPOS Contemporary Visual Culture (ATOPOS CVC)
Ε.Δ.Ω.
Frown Tails Performances/ Workshops
Kunsthalle Athena
SYNERGYO
XYZ Outlet
Municipal Gallery of Athens - Metaxourgeio Bulding

Independent projects & curatorials:
Ντερτι Humanism – the film appendix, Curator: Nadja Argyropoulou
Acrobat Reading, Curator: Alexios Papazacharias
BUS Projects, Melbourn, Australia, Curators: Melody Ellis, Nella Themelios
Decoy, Curator: Olga Hatzidaki
Experiential Collage, artist run project
GALERIE UTOPIA (An invitation by Alexandros Tzannis)
GALERIE UTOPIA / THE FORGOTTEN BAR PROJECT Berlin/Athens
One Person’s Materialism is Another Person’s Romanticism, Group exhibition curated by the artists Anthea Hamilton, Lorna Macintyre and Rallou Panagiotou
I HAVE A FACE, BUT A FACE IS NOT WHAT I AM_an independent project by Katerina Kana
On the balconies, Curator: Iliana Fokianaki
Independent Curatorial by Marina Vranopoulou: Solo show - Part of group modular exhibition that develops in time.
Museum Copies, artist run project
Nadia Gerazouni and Nea Gallery
OMMU Temporary Bookshop
PETROSPHERE, artist run project
SELF AS A STAGE by UNDER CONSTRUCTION GROUP, Curator: Qw3rty Team (Katerina Nikou + Antonia Pilarinos + Rinetta Koskinidou)
Studio 4: Private Domain Has Always Been Truly Public
The Non-Existent Hand, artist run project
The Spiritual Studio, artist run project
You make me feel like a natural woman, artist run project

Information
Duration: 12/9-30/10/2011
Opening: Monday 12/9, 17:00
Admission free

More information coming soon


27 Temmuz 2011 Çarşamba

işgalci parodisi


Beyoğlu 6-7 Eylül'den beri işgalcilerin böylesine palazlandığı bir gün daha görmedi sanırım. Çeşitli mafya oluşumlarının ve gök gürlese şeriat geliyor sanan bir grup şizofrenin destek verdiği eylem tüm Beyoğlu sokaklarında hissedildi. Tünel'de direklere çıkan işgalci saldırganlar, masalarını İstiklal Caddesine kadar çıkartmakla tehdit etti. Böylelikle bir kez daha görünür oldu, kamu ile kamuyu işgal belleyenin hali.

Şimdi soruyorum kendilerine, o masalar uğruna biz Beyoğlu sakinleri zamanında saldırılara uğrarken, tehditler alırken, kapılarımız tekmelenirken, mülk sahibi olduğumuz binaların önüne çıkamaz hale gelmiş iken kendileri neredeydiler acaba? O özgürlük savaşını bizler için neden hiç vermediler? Doğru biz para etmiyoruz. İşgal etmek için göz diktikleri meskenlerimizi ne kadar erken terkedersek, o kadar kardı o günlerde... E ne değişti? Şimdi kendilerinin üç beş masası gitti diye mi oynanıyor bu mağduriyet oyunu? 6-7 Eylül tarihinde de pek mağdurdu işgalci saldırganlar. Gözlerde aynı zehir. Hakkı olmayanı "hak" ettiğini haykıranın hırsı hep aynı. Biliriz sizin mağduriyetlerinizi ve gerekçelerinizi. "Binalar yetmez, sokakları da ele geçireceğiz" hırsının bakışlarınızda sabitlediği öfkeyi. Babalarınız da böyleydi. NTV haberi "Beyoğlu Sokakları Sahipsiz Değildir!" başlığı ile vermiş. Haklıdır, babalarının malıdır onların kamusal mekan. İstediklerini sokar, istediklerini kovarlar. Canlarının istediği gibi böler, parseller, kapatırlar. Gerekirse sokakların genişliğini 60 cm'ye kadar indirir kafeslerle çevrelerler. Babalarından mirastır o sokaklar. Babaları da böyle ellerinde sopalarla kazanmıştır. İyi biliriz.

Düne kadar ölüm tehditleri ile yaşayan biz Beyoğlu sakinleri yapayalnızdık. Değil intikam sloganları atıp sokaklarda sağa sola sandalye fırlatmak, derdimizi anlatacak İNSAN aradık İNSAN bulamadık karşımızda.. Kimilerimiz sattı gitti, kimilerimiz hayata küstü terketti, kimilerimiz kahretti. Hayallerimiz o volta tavanlı katların içerisinde tükendi. Çok sevdiğimiz sokaklarımızdan tiksinir olduk. Girmez olduk. Geleceğimizi bu sokaklarda göremez olduk. Bizler kaybolduk gittik. Her 10 yılda bir bu sokaklarda aynı şey oldu. İşgalcinin, rantiyecinin, eli silahlı magandanın adı şimdi uygarlık savaşçısı oldu, öyle mi? Zamanında nice Ülker Sokaklar yakıp kendine yer açanların adı mağdur kesim oldu, öyle mi? Kazıkçı, ukala, çirkef, işgalci Beyoğlu esnafı karşımıza sonunda bununla da dikilecekti, öyle mi? Utanmadan hala semti ve sokaktaki insanları hırpalıyorlar şu anda. Birileri de bu hapı özgürlük mücadelesi diye yutuyor, izliyor, alkış tutuyor.

Benim yaşadığım bina 1874 yapımı. 1874 yılının koşullarında bu binada insanlar mesken tutup yaşayabiliyorlardı. Sene 2011, tehditler, hakaretler, merdivenlerimize yığılan masalar, zor kullanmalar altında artık bu binalarda yaşayamıyoruz. Çünkü bir kapının önünü dahi adil olarak paylaşmayı bilmiyoruz. Bilmek istemiyoruz. Yağmayla, talanla, işgalle, tecavüzle fitillenmiş bir tarihin sonuçları bunlar. Gücüme giden bu, gücüme giden bu ilkele dönüş asıl.

Bir gün utanacaklar mı acaba bu eylemleri hatırladıklarında? Birgün o sokakları masalarla parsellemek uğruna asıl kendi yarattıkları şiddeti farkına varacakalar mı? Birgün bu eylemi tarihimizin karalık sayfalarında okuyabilecek miyiz? Birgün gelecek kuşaklara kapı önlerimizi işgal edenlerin zamanında karşımıza geçip sopa salladıklarını anlatabilecek miyiz? Bir gün istanbul tüm çağdaş dünya kentleri gibi özgürce kullanabilecek mi kamusal mekanını? Umarım.

Özgürlük Kaldırımda! Kaldırımlar BİZİM!
























Bu sabah 10:00 saatlerinden itibaren Beyoğlu Belediyesi ekipleri sokakları parselleyen branda ve kaldırım taşlarına gömülerek sabitlenen trabzanları - kamusal kafesleri - teker teker sökmeye başladı. Önde görülen mekan bazılarının öne sürdüğü şekilde içki ile hiç alakası olmayan, sokağın köşesini tamamen ablukaya almış bir kebapçı. Arkada trabzanları demonte edilen mekan bir cafe. Belediye ekiplerine bu kararlı ve iradeli girişimlerini çok daha etkili yöntemlerle sürdürdükleri için bir daha teşekkür ediyorum. Brandalarla kaplanmış, masalarla ablukaya alınmış, trabzanlarla kapatılmış işgal altındaki sokaklara artık son! Özgürlük masaların altında, kaldırımda, hepimiz için kullanılabilir, herkesin eşit göz hızasında olduğu kamusal mekanda...

Unutmadan, derin stockholm sendromuna tutulmuş tedaviye muhtaç bazı kesimlerin günlerdir provoke etmeye çalıştıkları gibi bu bir içki yasağı ya da sansür uygulaması kesinlikle değildir. Tam aksine. Bu bir düzenin uygulamasıdır. Bu bir uygarlaşma çıtasıdır. Bu bir görgü ve üslup bilincidir. Bu bir sistem kültürüne geçiş basamağıdır. İşletme ve rant işgali altındaki Beyoğlu tarihinin görüp geçirdiği en parlak günlerin başlangıcıdır bunlar. Beyoğlu'nun yerleşik sakinlerinin onlarca sene çektikleri eziyetlerin son günüdür. Bu sessiz direnişin sonunda sistemli ve adil bir kamusal alan kazanmıştır. Tebrik ediyorum, hem Beyoğlu hem de paylaşılabilir bir kent kültürü adına. Sokak kültürünü kafeslerden kurtaran eller dert görmesin. Ayrıca Karaköy'den Taksim Meydan'a kadar uzanan bir alanı kapsayacak olan operasyonların semt ile ilgisi olmayan bazı kesimlerin iddia ettikleri gibi Asmalimescit ile hiçbir alakası yoktur. Burada çözümlenmeye çalışılan çiçekçilerden, kebapçılara, restorantlardan, nalburlara kadar tüm esnafın kamusal alan ile olan ilişkisini belirli prensipler çerçevesinde düzene sokma çabasıdır. Zaten geç kalınmış olan bu düzenlemelere destek verelim. Belediye ekiplerini bu stresli günlerinde motive edelim. Geç olsun güç olmasın.

İşgalin her türlüsüne SON!

Temizliğin akabinde, yürünebilir özgür sokak:

26 Temmuz 2011 Salı

Hatırlatma;

Bugünlerde Asmalımescit elden gidiyor, özgür sokak kültürümüz sabote ediliyor, masalar bizimdir diye kampanyalar başlatan ileri görüşlü arkadaşların Asmalımescit'i yaratan, sokağın en eski sakini ve sanat mekanı Apartman Projesi'nin iki senedir o sokakta sergi açılışı yapamadığından haberi dahi yoktur tabii... Hoş, onların 10 sene önceki Asmalımescit'in (masasız ve bedava) sokak kültüründen de haberleri olduğunu pek sanmıyorum. Olsa bugün böyle konuşmazlardı zaten... Her metrekaresini paparazzilerin abluykaya aldığı, tek bir sandalyenin neredeyse cinayet nedeni olduğu savaş meydanını özgürlük sokağı, parsellenmiş rantı, sokak kültürü sanmışlar. Varsın olsun, onların da hatası yok, özgürlüğü öyle öğrenmişler... Öğretenler utansın.

Neyse, dedim ya, Apartman Projesi, son iki senedir adam akıllı açılış yapamıyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü sizlere orada özgürlük dağıtan "masa takımı" ayda 1 kez 3 saat için o kaldırımı işgal eden sanat izleyicisine tahamül edemiyor. Sizler biralarınızı yudumlarken, sanatçılar tehditler altında teker teker mekanlarını terketmeye zorlanıyor, hem de o masalar uğruna, aynı sokaklardan...

Projenin yaratıcısı Selda Asal'ı okuyun lütfen, Nisan 2009, henüz büyük işgalin ilk yılları, "Maganda / şiddet / geçmişe dair 2" isimli notlarında 1992'de yerleştiği "köhne" Asmalımescit'in size göre "özgür ve modern" bugününü anlatıyor. Sizlerin bardağı 30 TL'den bira içme "özgürlüğünüz" adına ödenen bedelleri anlatıyor. Vicanınız el veriyorsa, dönüp dönüp okuyun bence, sonra konuşalım "özgürlüğü ve modernliği", o özgürlüğün size parsellediği "sokak kültürünü". O sokakların hiçbir eski sakininin hikayesi bundan farklı ol(a)madı;

Maganda / şiddet / geçmişe dair 2

Simdi soyle; Eylul 2009 da the corner adli bar/biraci? Eskiden kasap olan yeri kasabin oglu Haldun Oger’den kiraladi. Biz apartmanda oturanlar kapi onumuz konusunda israrli davrandik ve Haldun’a kiracisindan soz almasini rica ettik. Ama corner bizden izinsiz ApartmanProjesinin pencerelerini de kaplayan acilir kapanir brandalar yaptirtti, masalarini 10 arli siralar halinde koymaya devam etti.Ben her o bolgeye geldiginde olay hep su sirayla devam etti:

Ben Apartman Projesinin onune konan 20 masayi kaldirmalarini rica ettim, onlar gulumsedi, ben '5 dakika icersinde kaldirin, yoksa ben kendim kaldiracagim ‘dedim. Onlar gulumsediler. Ben tek tek masalari kaldirmaya , onlarin tarafina koymaya başladım , tam sonuncu masada sahiplerden biri geldi, bağırış, çığırış, gözdağı verici, tehditkar konuşmalar vs…

Bunlar arttıkça ben birgün ‘madem siz masanızı koyuyorsunuz, ben kendi masami koyarım dediğımde‘ sen o masanı koy, bak neler olacak’ şeklinde cevabına bende pencereden kendi büyük masamı onların masalarının üstüne indirdim. Corner’in sahibi bana ertesi güne kadar bu masadan tek bir parça kalmayacağını söyleyip gitti ve ardından bodyguard’ı burnumun dibine kadar gelip bana dikdik bakmaya başladı,(aramızda gerçektende 5 cm falan vardı) bende adama ‘bana dikdik bakmak istiyorsanız 2 metre öteye gidin lütfen, sizin bu mafyatik bakışlarınız bana işlemez ‘ şeklindeki konuşmalar giderek onların ben her masalarını onların tarafına koyduğum zaman havada kültablaların yada küfürlerin başlamasına neden oldu . Kültablalarının uçtuğu gün komşular polis çağırmış, bende ekip otosuna hayatımda ilkkez böylece binmiş oldum.

Polis Amiri çok şeker davrandı ve onları hizalayacağını söyledi , hatta o gece bu adamların 20 birahanesine narkotik baskını yaptırtmış ama bu durumların dahada gerilmesine neden oldu. Artık o günden sonra bu adamlar sokakta insanlar görüp polise haber vermesinler diye beni apartman boşluğuna iteleyip gözdağı vermeye çalıştılar fakat her seferindede ben onları 3-4merdivenden aşağıya iterek bana karşı yapabilecekleri olası siddeti kendi gücümle önlemiş oldum. Ama bu nereye kadar diye düşünüyorum.

Sonra olaylar şöyle gelişti, bizim her sergi açılışımız olduğunda onların iki garsonu tam benim durduğum yerin karşısına geçip gözlerini dikerek bakıyorlar. Bu saatlerce sürebiliyor. Sessizce ve durmadan , arada bir birbirleriyle fısıldaşarak.

Kasım ayında Armin Wagner isimli avusturyalı bir sanatçının sergi açılışında ,corner’in sahiplerinden biri mekanın içersine girerek oradaki izleyicileri kovdu, ‘yeter bu sergi bitsin’ diye bağırdı.

Ben adama kızarken, eli havada beni dövmeye gelirken, bir adım geri attım ve ona’ Bir vurda seni sonsuza kadar hapise attirayim ‘dedikten sonra adamın boylece tokatını yemedim. Böyle detaylardan çok var. O sokağı döndüğüm an sinirlerim bozuluyor.

Belediyeye enaz 10 kere kapı önümün bana ait olduğunu , gasp edildiğine dair dilekçeler verdim, o yetmedi zabitaya kaç kez başvurdum ve kapımın önüne ağaç koymak istediğimi ve bunun işgaliye parası ne ise onu vereceğimi beyan eden dilekçeler verdim.Bu dilekçeler hiçbir geri dönüşü olmadı.ve sonunda savcılığa başvurdum, bu insanların beni tehdit ve gözdağı vermek surettiyle bana duygusal şiddet uyguladığını vs,,.. Kısacası bu ülkede hiçbirşeyin yolunda gitmediğini , 10 yıl kadar once gayet iyi işleyen belediyenin artık 10 masa parası daha çok işgaliye parası kazanmanın hesabında olduğunu, bizim gibi kazançsız (non profit) oluşumlara asla destek olmadığıni artık net görüyor ve sanırım o sokaktan vaz geçiyorum.

Yalnız enson perşembe günu 1 Nisan 2010 da belediye/ zabıtaya başka bir dilekçe daha verdim.

Yurtdışı fonlarından yararlanabilmesi için , Apartman Projesi , 2 yıl once dernek olmuştu, ben Dernek kartını henüz oynamamıştım , şimdi bu kartı önlerine koydum.

Kapı onümüzün dernek lokalı olarak engellenmemesi için. Fotoğrafın üzerinde kroki çizerek, sınırlarımızı belirleyerek yeni bir dilekçe. Bunun işlemesini ummayı istiyorum. Yoksa bu şehir , bu sokak bizi terk ettirecek..

1992 de bu sokaklara gelmiş biri olarak, şu ayılarla uğraşacağımı asla bilemezdim. Oyle şeker bir esnaf vardı ki orada.

Sana bir anekdot anlatayım, 1991 de Şeh Bender sokakta yürüyordum. Kendime sanatçiların içinde yaşayacağı bir sokak hayalindeydim. Yanyana atölyeler, müzisyenlerin provalarını duyabileceğim, yanda bir küçük kitapçı, az ileride bir dans studyosu.. geceleri herkesin gelip takılabileceği uzun bir masa.. işte böyle bir hayal.

Tüm Beyoğlu sokakları gibi bu sokak ta, 1955 sonrası boşalmış yerine gündüz tekstil atölyeleri, cilacılar geceleride karanlık işleri döndüren geceyarısı esnafları..neyse ben 1991 de Şeh Bender sokakta yürürken , uzaktan Rachmaninof 1.piyanosunun çaldığını duydum, yaklaştıkça bir baktım bir mobilya cilacısına vardım.Sessizce içeri girdim ve ‘aaa Rachmaninov dinliyorsunuz’ dedim adama. O Sırada henüz adını bilmediğim rahmetli Fethullah amca bana’ evet, aslında ben 2. Piyano konçertosunu daha çok severim, onu çalayım eğer isterseniz ‘dedi. Sonra ben orada belki bir saaten fazla kaldım ve Fethullah amca ile müzikten, duvarında asmış olduğu arkadaşlarından toplamış olduğu yağlıboya yapılmış resimlerden konüştuk. Ö zaman karar verdim, bu sokakta atölyem olmalı diye.

Sokağın kendi ritminde atölyeme gidip gelmeye başladım. Gündüz gözüyle çalışmak ve karanlık olmadan ‘gece esnafları’ işe koyulmadan çikmak gibi.

Ama birşey daha anlatmalıyım, bu sokağın pisliğine rağmen nasıl kendi başına bir etiği olduğunu.

İşte atölyeme hergün gidip geliyorum, birgün bazı sayfaların fotokopilerini çekmek üzere 9 yaşlarından beri tuttuğum güncelerin en önemli olanlarını bir çantaya doldurmuş arabayla atölyeme gelmişim.. Arabayla o gune kadar hiç gelmemiştim ,atölyeye yakın bir yere park etmişim, akşamüstü arabaya binmek için ilerlediğimde bir baktım arabanın camı kırılmış ve o içi günce dolu çanta çalınmış. Super üzüldüm ve tek tek oradaki çöp kutularının içlerini kariştirırken bir baktım ‘ bizim çocuklar’ geliyor. Bizim çocuklar dediğim, binalardan birinin bir katını işgal edip, geceleri kapkaç yapan, evleri soyan çocuklar..’Abla ne arıyorsun’dediler, bende durumu anlattım, defterlerin benim için önemini vs…Onlar o arabanın benim olduğuna şasırdılar , bende konuşmalarından onların yapmış olduğunu anladım,onlara ‘ siz bilirsiniz, belki sizin arkadaşlarınız … mümkünse şu defterleri karşı binanın girişine bırakabilirler mi?’ Onlarda ‘tamam abla, hiç merak etme ‘ deyip gittiler.

Bende arada bir karşı binaya geçip gelmişmi gelmemişmi diye bakıyorum, ama gelen giden birşey yok. Aradan zaman geçiyor falan. Sonra oranın kapıcısına gittim, durumu anlattım, ‘ aaa ‘dedi’ o defterleri ben aldım , birer birer okuyordum’ ‘aman ‘dedim ‘onları bana ver, ben sana ne kitabı seviyorsan alayım’ adam ‘ben aslında felsefe severim’dedi.

Kapıcıya gidip Heidegger, Hegel ne bulduysam alıp götürdüm.Şimdi o zamandan şu zamana geri dönersek ne nekadar değişmış, o farklı farklı renkler, kimlikler nasıl monotona dönmüş , insanlar saldırgan, açgözlüleşmiş bunu görüyor ve alışamıyorum.

Kamusal Alan Benim, MASA Terörüne SON!

Konu facebook üzerinden "Asmalımescit'i Yok Edemezler!" kıvamında kıytırık gruplar kurarak olaya bir "özgürlük" mücadelesi kılıfı geçirme noktasına geldi ki, yazmak zorunda hissediyorum.

Öncelikle Beyoğlu Belediyesine bir semt sakini olarak bu medeni kararından dolayı tüm içtenliğimle teşekkür ederim. Şehirdeki son 5 yılın en büyük adaletsizliğini ortadan kaldırmak için, kamusal alanı toplum tarafından kullanılabilir kılmak için, rantiyeci küstah işletmecilerin mafyatik iktidarına ve şiddetine son vermek için, yürünebilir bir Beyoğlu'nu geri kazanmak için canla başla çalışıyorlar. O masaları kent çöplüklerinin derinliklerine fırlatan elleri dert görmesin.

Dünya üzerinde, sokaklara yığılan masalar yüzünden kamusal alanı 90 cm'ye kadar inen ve yayaların adım atamaz hale geldigi sokakların sadece Beyoğlu'nda olduğunu hatırlatarak başlayalım. Ben Türkiye'nin ne daha Doğusunda ne de daha Batısında kamusal mekan üzerinde süregiden böylesi bir gasp ve şiddet olayı ile karşılaşmadım. Karşılaşan varsa ve bize bu kepazeliğin nasıl bir özgürlük misyonunu temsil ettiğini açıklarsa ayrıca çok sevinirim. Sokakta yürüken çantası haydari tabağına giren, eteği bira bardağına dolaşan, çeketinin cebine balık kılçığı kaçan, üzerine rakı dökülen başka bir toplum var mı(?) bilmiyorum. Son üç senedir Asmalımescit'den, Nevizade'den, Mis Sokaktan normal adımlarla geçmeyi başarabilen birisi olmuş mu(?) tanımıyorum. Beyoğlu'nda yaşayıp ya da iş yapıp masa terörü yüzünden tehdit görmeyenimiz kaldı mı(?) görmedim. Ve şimdi bir anda kıymete bindi öyle mi işgalci masalar?

Öncelikle Beyoğlu bir açıkhava yemekhanesi ve nargilecisi değildir. 20 milyonluk şehrin kahrını geçen, sokaklarında gün içerisinde milyonlarca insanın sirkülasyon halinde olduğu kültürel bir çekim merkezidir. Hiçbir uygar şehirde, böyle bir merkez masalarla işgal edilemez. Ettirmezler. Hiçbir uygar şehirde olağanüstü güzellikteki binaların girişi masalarla ablukaya alınıp tüm diğer katları fonksiyonsuz hale getirilerek ranta açılmaz. Açtırmazlar. O binaların tüm katlarına hayat verirler. Hiçbir uygar şehirde, o şehrin uygar vatandaşları masalarla gasp edilmiş bir kamusal alana hak tanımazlar. Belediye'ye zaten gerek kalmaz, polis çağırır o masaları atttırırlar. Gelin görün ki, burası yine Türkiye! Bizim "uygarlar" bedava hakkı olan sokağı kullanmak için bir bardak sulu biraya 20 TL ödemenin peşinde. Öyle mi? Mübahtır o zaman sizin özgürlük anlayışınızda gasp, şiddet, alıkoyma, mafya!

Ayrıca kimdir bu özgürlük savaşçıları? Kimin özgürlüğü adına kiminle savaşıyorlar? Bunlar Beyoğlu'na haftanın bir günü gelip son parasını o masalara bırakan lümpenler midir, gerçek semt sakinleri midir, masa teröründen maddi çıkar elde eden güç odakları mıdır, yoksa senelerdir bu magandalar para kazanacak diye kamusal alanda mağduriyet yaşayan sivil halk mıdır? Önce bunun ayrımını yapmak lazım. Bu mücadeleyi kimin = kimler adına yürüttüğünü çok iyi kritik etmek lazım. Sonra semte dönmek lazım.

Bu semtin "uygar" bir sakini olarak son 5 senedir çok daha merkezi bir sokakta oturuyorum. Mülk sahibi olduğum evime her akşam rakı kadehlerinin, şakşuka tabaklarının arasından zıplayarak giriyorum. Apartmanın giriş kapısı hukuki olarak tüm bina kullanıcılarının yetki sahibi olduğu ortak alandır. Benim kapımın önüne evime girişimi engelleyecek biçimde masa koyamazsınız dediğim gün, tehdit edildim. Tüm diğer Beyoğlu sakinleri gibi. Kendi apartmanımın kapısını onların ticari çıkarlarına uymayacak biçimde düzenlemeye çalıştığımda, tehdit edildim. Tüm diğer Beyoğlu sakinleri gibi. Misafirlerim bir fincan kahve alıp sokağı izlemek için aşağıya indiklerinde masların önünü kapattıkları gerekçesiyle oradan kovuldular, yine ben tehdit edildim. Tüm Beyoğlu sakinleri gibi. Ben 5 senedir Beyoğlu denilen bu dağ başında üç - beş tane rantiyeci maganda turist kazıklayacak, uyduruk meze satacak, pisliğini sokağa boca edecek diye tehdit altında yaşıyorum. Evimi yok pahasına satıp, çok sevdiğim sokağımı terketme noktasındayım. Onların istedikleri de bu zaten, sonunda tüm binaya sahip olup, 190 yaşında bir eseri meze satmak için imha etmek, buradaki yerleşik hayatı sabote etmek, semtteki yaşam alanlarının tümünü yok ederek kendi mafyatik düzenlerini sağlama, güvene, korumaya almak! Anlatabiliyor muyum?

Şimdi tüm ÖZGÜRLÜK savaşçılarını kendi kapımın önüne davet ediyorum. Benimle buradan irtibata geçin ve kaldırılan masaların geri koyulması için benim evimin önünden başlayın direnmeye. Buyrun, verin özgürlük savaşını bakalım, o savaşı kimin hakkı için veriyorsunuz...? İnsan hakkı için mi, yaşam hakkı için, adalet için mi, kamusal alanı kullanım hakkı için mi yoksa Beyoğlu denilen dağ başında mafyanın düzenini yerleşikleştirmek için mi? Stockholm sendromlular sizi! Üç kuruşluk sirkeyi şarap sanıp kadehine 30 TL verip o masaları zengin etmeyi özgürlük sandınız, öyle mi? Özgürlüğü hem de sokakta para ile satın alabileceğinize inandırdılar sizi, öyle mi? Eli silahlı mafyanın şahsınıza lutfettiği üç beş sandalyeye sinince bir nefeslik hürriyet buldunuz, öyle mi? Siz özgürlükten bunu anladınız, öyle mi? Verin bakalım o halde özgürlük mücadelenizi. Çok özgür olacaksınız siz daha, ÇOOOK!

1990'ların başında bizler Bodrum'da oteller tarafından parsellenen sahilleri söke söke rantın elinden alıp bedavaya dünyaya açtık. Hem de bunu oranın köylüleri ile kolkola direnerek yaptık! Tabi sizde nerede sokağına, plajına, binasına sahip çıkacak "bu benim malım" diyebilecek irade...? Nerede o kapasite? Ancak saatini 30 TL'ye satın alırsınız özgürlüğü. O da kredi kartınızın limiti yettiği kadar.

Özgürlükmüş.

24 Temmuz 2011 Pazar

son söz:

Londra'yı Oxford Circus ve Victoria'dan ibaret sananlar, kabeye tapınır gibi ilk iş Vivienne Westwood mağazalarını zirayete koşanlar, Madonna'nın yaşadığı görgüsüz Arap mahallesinde 30 Pound'a kahve içmeyi bir halt sananlar, sanat zevkini White Cube ve Saatchi Gallery'nin kitsch pavyonlarında taçlandırdığını düşünenler, Soho'ya giderek çok matah birşey yaptığını iddia edenler, hatıra fotoğrafını Tower Bridge üzerinde çektirenler Amy Winehouse'u bir çırpıda anlayamaz.

Underground'dan inip overground'a binmesini bilenler, 2. Zone'dan sonrasını keşfe koyulanlar, George Tavern'de gözünü kırpmadan kavgaya dalanlar, Dalston Superstore'un çaprazında kumarbaz sevgilisinden tokat yiyenler, kapılar kapandıktan sonra geceyi Abney Mezarlığında gerçirmeye devam edenler, ucuz pazar alışverişi için haftasonu sabahları uyumadan Brick Lane pazarının yolunu tutanlar, sanat zevkini Doğu'nun squat edilmiş sergi mekanlarında taçlandıralanlar, yağmur altında kısa şortla şemsiyesiz gezmeyi öğrenenler, Joiners Arms'da tuvalet sırası beklerken tecavüze uğrayanlar Amy Winehouse'u bir çırpıda anlarlar.

Aradaki algı ve refleks farkı, Londra'nın farklı ruh katmanlarını çözümleyememekten ibaret.

Amy'den Sonra


Çok değil, bundan birkaç ay önce artık iyiden iyiye popüler olmuştu "www.whenwillamywinehousedie.com" bu site. Yanlış okumadınız, adından da anlaşılacağı üzere "ne zaman ölecek bu Amy Winehouse?" isimli bir bahis sitesi idi. Amy'nin yorgun bedeni üzerinde tepinenlerin icraatları artık bu noktaya gelmişti. Belki de tarihte ilk kez bir sanatçı, henüz hayattayken ne zaman öleceğine dair tutulan bahislerin hesabını yapabiliyordu. Ücretsiz üye oluyorsunuz. Onun ölmesini beklediğiniz tarih ile ilgili "tespitte" bulunuyorsunuz. Hem de doğru tahmini tutturanlara ipod touch hediye! Site hala açık, buyrun öncelikle buradan; kitlesel sanal linç afiyetle! Hem "sanat" değil, bedava.

Ve Amy Winehouse, bu sabah Londra'daki evinde ölü bulundu... Umrumda değilsiniz dercesine. Şimdi kimler ipod touch kazandı bilemiyorum. Fakat Londra en samimi yüzünü ve en büyük ruhunu yitirdi bu sabah. Bugüne değin ne Madonna, ne Vivienne Westwood ne de Dannii Minogue'un yapamadığı bir şeyi yapmıştı Amy Winehouse. Kuzeydoğu Londra'yı temsil etmişti. Uluslararası piyasada Londra'dan beklenmeyen bir stili diline dolamış, kenar mahallenin haşarı kızından devasa sahnelerin ayakta duramayan anoreksik divasına uzanan bir tutarlılık hikayesine imzasını atmıştı. Adeta tüm Londra'nın popülist klişelerine STOP demiş, bütün ibreleri sıfırlamıştı. Punk'ın yarım asır sonra hediyelik eşya kategorisine giren elitis yüzünü, jazz'ın kirli ve bayağı yüzü ile takas etmeyi koşullamıştı. Bu dünyaca ünlü kadın; Camden'da bir çöp evde yaşıyordu. Doğu Londra'nın after mekanlarının kapılarında sık sık uyuyakalıyordu, siz dünya starı olduğuna bakmayın çoğu kez eve götüreni olmuyordu. Hiçbir zaman menejerleri ya da özel korumaları olmadı. Muslukları açık unutmasıyla, oturduğu binayı su baskınlarından dolayı çürütmesiyle ünlüydü. Fazlasıyla genç, fazlasıyla yalnızdı. 1980 sonrası kuşağın alışık olmadığı türden bir tutarlılıktı onunki. Artık o Londra'nın en gerçek kızıydı. Nihayetinde verdiği tüm sözleri yerine getirerek öldü. Rehabilite olmayacağım dedi ve de olmadı. Tevadiyi reddetmenin bir yaşam tarzı olduğunu bilenler, onun hukukunu çok iyi anladı. Kendi tarihine hiç ihanet etmedi, rehab'ın sözlerini haklı çıkardı. Şarkılarına tüm sözleri kendi yazardı. O sözleri dinlemesi gerektiği biçimde dinleyebilenler, bu mesajı hep alırdı. Onun varlığına tanıklık etmek, onunla aynı yüzyılı paylaşmak şereflerin en büyüğü idi. Amy'i gerçekten duyumsayabilenler için, şimdi bu en doğru elveda.

Haliyle insan gözlerini BBC ve Guardian'dan alamıyor böyle bir günde. İşte bu benim için ikinci büyük yıkımdı ya, ondan şu yazı. Tüm Londra, adeta bu ölümü kutlarcasına esip savuruyor yorumlarda. "Ben biliyordum"un gururu onun hayatından daha mı önemliydi pardon? Önemliymiş. Yüzyılın en acıklı hikayesinden siz Londralılar anlaya anlaya bu kadarını mı anlayabildiniz? Öyleymiş. Acımasızlık ve çok bilmişlik taziyeleri paylaşmanın önüne mi geçmiş şu günde? Geçivermiş. Nihayetinde BBC "this entry is now closed for comments" diyerek 783. yorumda iletileri kapattı. Guardian hala devam ediyor sanırım. Su testisi, Camden'da kırılır diyor. Hadi muhafazakar memleketlerde uyuşturucu aldı, çok cozuttu, belasını buldu gibi kıytırık okumalara hazırız da, siz trash Londralılara ne oluyor, neyin hazzını yaşıyorsunuz gece gece anlamak mümkün değil. O zaman al sana taş kalpli Londra, sefil Londra, kahpe Londra! Eğer imajını kurtarmak istiyorsan önce o anglo domuz suratlı Vivienne Westwood'u imha et Londra! Biliyoruz ama, Amy kolay lokma. Doğu Londra her sabah böyle 5 kız yutar. Londra bunu hep yapar. Gecikmeksizin 8am metro gazetesinde işe yetişen kölelere manşetten dedikodu çıkar, anlıyoruz seni Londra. Tesco'nun attığı çöpleri kapışmak için insanların izdiham yarattığı tek şehir Londra. Motor prensesini Paris tünellerinde gizli servisine öldürtüp ardından azize ilan eden Londra. Harvey Nichols'ın 5. katına dizdiği kayış derili pilatesçi sermayelerini Ortadoğulu savaş zenginlerine peşkeş çeken Londra. Ahlak kumkuması mı çıktın başımıza? Amy Winehouse başından beri fazla sana.

Türkiye'de de abuk subuk haberler dökülmeye başladı. Dökülür daha; Çılgın Kızın Sonu! Öyle mi? Tek ricam; Amy Winehouse'un ölümü ile ilgili "su testisi su yolunda kırılır"dan daha ileri bir yorum getiremeyecek yüzeysellikte olanlar, lütfen değerli analizlerinizi başka bir konu için saklasınlar. Hatta direk sussunlar, çok daha iyi. İzin verin, sevenleri acılarını paylaşsın en azından. Yoksa gerizekalı değiliz biliyoruz hepimiz testiyi teraziyi, konu o değil. Konu sizin kıvrak zeka soslu tahlillerinizden ibaret değil. Konu Amy. Henüz 27 yaşında ve hepinizden büyük. Lütfen.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

amy



Şimdi hatırladım, ki daha oturup uzun uzadıya yazacaktım bu mezarlık üzerine. Konuyu bu klibe bağlayacaktım. Amy'den, Stoke Newington'dan, Kuzeydoğu Londra'dan, Back to Black'den ve başka şeylerden bahsedecektim. Sonra ne hızlı değişti yine herşey. Ne de çabuk geçiyor zaman, unutmuşum. Ne de çabuk, hem Amy...

O halde bir ayağı çukurda olanlararası empati gecesi olsun bu gecenin adı. Bir ayağı çukurda hissedenler de katılsın. Derinlemesine içilsin. Henüz yirmilerinde ölenler, gerçekten güzeldir.

Abney Cemetery of Stoke Newington için Kasım 2010'da şöyle demişim.
Keşke gerisini getirseymişim.

22 Temmuz 2011 Cuma

3rd Thessaloniki Biennale


3rd Thessaloniki Biennale of Contemporary Art
Thessaloniki, Greece
18 September 18–December 18, 2011


Press conference:
Thessaloniki, April 15, 2011

Preview dates:
Soon to be announced

State Museum of Contemporary Art
Thessaloniki, Greece
www.greekstatemuseum.com
www.thessalonikibiennale.gr

The 3rd Thessaloniki Biennale of Contemporary Art is lead by the State Museum of Contemporary Art (SMCA) working collaboratively with the rest of the "Thessaloniki – 5 Museums Movement" (5M): Archaeological Museum of Thessaloniki, Museum of Byzantine Culture, Macedonian Museum of Contemporary Art and Teloglion Foundation of Art. The Biennale comprises a main and a parallel programmes and focuses on the Mediterranean region under the title "OLD INTERSECTIONS - MAKE IT NEW" with exhibitions, a workshop for young artists, a performance festival, conferences and a symposium.

MAIN PROGRAMME "A ROCK AND A HARD PLACE"

Curators: Paolo Colombo, Mahita El Bacha Urieta, Marina Fokidis

In the current climate of gathering instability that holds great promise as well as danger, this title, A Rock and a Hard Place captures the sense of fragility and jeopardy that looms over the wider politics of the Mediterranean and the psychology of the individual. Affected by a sense of impending danger and 'Hamletic' doubt, contemporary artists produce work that is often characterised by a defensive, ironic stance. Leaving behind the strong, iconic gestures and sweeping political statements of the past, A Rock and a Hard Place examines the changes, the shifts, and the different perspectives of more than 50 artists. Engaging with the historical significance of the venues and of Thessaloniki—a crucible of cultures for the past 2500 years—the Biennale explores a number of topical issues in Mediterranean region, from social conflict to the quandaries of the individual caught in an economic and existential crisis. The program takes place in five museums and several Islamic monuments and includes special exhibitions and installations, an information centre as well as performances and interactions that address cultural and popular issues in the Mediterranean region.

Director: Katerina Koskina, Head of the Board of Trustees of the SMCA
Advisory Committee: Catherine David, Maria Rosa Girace Pieralisi, Jannis Kounellis, Jessica Morgan and Denys Zacharopoulos.

The 3rd Thessaloniki Biennale of Contemporary Art is part of the "Thessaloniki: Cultural Crossroads" programme of the Hellenic Ministry of Culture and Tourism, focussing this year on the Middle East, and running under the Municipality of Thessaloniki, Department for Culture, Education and Tourism and other cultural and educational partners jointly.

The 3rd Thessaloniki Biennale of Contemporary Art is funded under the Operational Programme Macedonia - Thrace 2007–2013, implemented by the SMCA and co-financed by the European Union (European Regional Development Fund).

Paolo Colombo
is currently Art Advisor at the Istanbul Museum of Modern Art. From 2001 to 2007he was Curator of The Museo Nazionale delle Arti del XXI Secolo in Rome. From 1989 to 2000 he was Director of the Centre d'art contemporain in Geneva. In 1999 he curated the 6th Istanbul Biennial. He has been associate producer of a number of award winning films, more recently "The Edge of Heaven" and "Soul Kitchen" by Fatih Akin and "The Tree" by Julie Bertuccelli.

Mahita El Bacha Urieta
is currently Arts Strategist at Abu Dhabi Authority for Culture and Heritage. Winning curator of Abraaj Capital Art Prize, 2010. Recently worked on Saadiyat Cultural District, UAE and was coordinator of 7th and 8th editions of Sharjah Biennial. Previous work included curating "Arabise Me" (2008–2009); production of Manifesta 6, Nicosia, Cyprus (2006); projects with inIVA, London: "Fault Lines: Contemporary African Art and Shifting Landscapes" 50th Venice Biennale (2003) and "Veil" exhibition.

Marina Fokidis is a curator and writer based in Athens Greece. Amongst other projects she is the founding and artistic director of the newly established Kunsthalle Athena, and has served as the commissioner and the curator of the Greek Pavilion at the 51rst Venice Biennial, (2003) and as one of the curators of the 1rst Tirana Biennial (2001). She has curated several exhibitions and written articles on various book collections and international art magazines.

19 Temmuz 2011 Salı

taşınıyoruz

Mary Lou Sulit Muga Interview / Part 1



Koken Ergun interviewing Mary Lou Sulit Muga, an Overseas Filipino Worker (OFW) living in Israel. Mary Lou talks about the social life and working conditions of the Filipino community in Israel.

This video interview is part of Koken Ergun's project "Binibining Promised Land" which documents the beauty pageants of the OFWs in Israel.

10 Temmuz 2011 Pazar

coming soon!



SALT: 14 July · 19:00 - 20:00 / Beyoğlu İstiklal Caddesi No: 136

SUPERSTRUCTURE (the ammunition of the nation)

Hassan Khan will perform three of his compositions in this concert set. From the complex emotional range of “A Musical Piece Based on Distant Memory” to the brutal, tireless, yet constantly morphing beat of "SUPERSTRUCTURE," this set brings together live improvisation and pre-composed elements. Khan mines his personal archive of studio sessions helmed with various musicians to build a
new musical structure that takes us from a precise, intimate and fragile moment to a semi-mythical collective landscape.

Hassan Khan (1975) is an artist, musician and writer who lives and works in Cairo, Egypt. Before beginning to exhibit his work in art spaces in the late '90s, Khan was involved in Cairo’s alternative cultural scene. He is considered within that context a pioneering influence in the fields of experimental music and video. His practice over the years has incorporated increasingly diverse media including photography, architectural installation, sound, animation, film and video, interventions in publications, performative actions, lectures and sculptural works. As a musician, Khan regularly composes soundtracks for theater and performances around the world. His album “tabla dubb” is available on the 100copies label. Khan is widely published in Arabic and English.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Apoyevmatini kapanmıyor!

Kişisel Notum: Ve say ki koca İstanbul'da, son İstanbulca gazete satacak adam bulamamış... Kapanıyor, bu yüzden. İstanbul'un kıyamet günü mü bugün? Biraz öyle. Biz taşı toprağı "kurtarmakla" bazı şeyleri ayakta tutabileceğimize inandırılsak da, koca 3.000 yılın ardından, İstanbul'da üç beş satır İstanbulcanın üç beş gram kağıda basılamayacağı gün gelmiş çatmış. E böyle mi olacaktı, koca İstanbul? Bu kadar mı küçülecekti.

Derin bir ızdırap içimde Apoyevmatini, şimdilerde Starbucks olan binanın girişindeki Rumca duvar yazısının kalıntıları önünden başımı önüme eğip geçerken düşünüyorum; Suriye Pasajının florasan ışığı ile aydınlanan o son gerçek yazıhanesinin kapısına kilidin vurulduğu gün, bir daha açılmamak üzere bir kilid vurulacak bu kentin tarihine. Çok değil 10 yıl kadar sonra bunun ne kadarı ile hesaplaşabileceğimizin iç muhasebesine soyunuyorum. Galiba, "ilk kez bitecek..." diyorum, kendi kendime. Derken bugün o en güzel habere uyandım! Bir vefa borcu için istanbul'a, şimdi lütfen, hadi! İnanın tek kelime Rumca okuyamam ben. Ne önemi var ki allah aşkına? Aşık olduğum Fransızca şarkılara çok iyi Fransızca bildiğimden mi aşık oldum sanki? Arapçaya olan hayranlığım, sırf o güzel kaligrafiden değil midir? Ve de her Ladino duyduğumda, salt Ladino mudur beni yerimden hoplatan? Ben bu dillerin de hiçbirisini bilmem, hiçte sorgulamadım "önemi var mı?" diye. Bence yok. Bu dillerin hiçbirisine de İstanbulca'dan daha yakın hissetmem. Alın onu. İzin verin girsin dükkanınıza, evinize, dursun sehpanın bir köşesinde. Bakın o mağrur sayfalarına, derin derin bakın. Size garanti ediyorum İstanbul'u okuyacaksınız, daha derinden bakın, haberleri okumaya başladığınızı farkedeceksiniz, hadi biraz daha derinden, tam işte orada bulacaksınız son yarım asırdır bu kente dair eksikliğini hissettiğiniz iç huzuru. İddia ediyorum hiçbir gazetenin okutamadığı alt metinleri okutacak size, kapınız her çalınıp içeriye girdiğinde "güvende" hissettirecek. Bu iyiliği yapın kendinize. Hem kendinize, hem Apoyevmatini'ye. İnanın Apoyevmatini, okunması en güzel gazete! Ben öyle okuyorum ki şu sıralar... Sular seller gibi. İlk kez buradan birşey rica ediyorum, katılın ne olur bana. Bakın öğrencisi genci artık abone. İzin verin, bizle yaşasın... Çok zor değil, yaşasın.


Gazete finans krizini geçici bir süre aştı. Vasiliadis, "Rumca bilmeyen insanlar abone oldu, omuzlarım bu yükü kaldırmıyor" diyor.


‘‘Yaşgünümüz olan 12 Temmuz’un yas günümüz olacağını düşünüyorduk ama galiba ertelendi bu.” Geçen hafta kapanacağı haberleriyle gündeme gelen Apoyevmatini gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis böyle diyor. Gazetenin kapanması 60’a yakın insanın abone olmasıyla ertelenmiş. Baskın Oran, Ayhan Aktar, Samim Akgönül’ün çağrısı, Bilgi Üniversitesi’nde başlatılan kampanya sayesinde değişen denge, ‘şimdilik’ bir çözüm üretiyor. Geride yine koca bir soru işareti.
Vasiliadis de, “Taşıma suyla değirmen nereye kadar yürür?” sorusunu sorup uzun vadede gazetenin yaşamasını sağlayacak çözümü öneriyor: “Esas çözüm Basın İlan Kurumu’nun negatif ayrımcılık nedeniyle bu duruma düşen bu gazeteye pozitif ayrımcılık uygulaması. Bizi 7-8 bin liralık ilan kurtarır. Her gün 200-300 liralık bir zarar oluşuyor. Zaten para almadan çalışıyorum; telefon, kiralar derken birikiyor. 1964’ten beri bu bardak doluyor. Yunanistan’da yaşanan kriz bizim yaşadığımız sorunun tek nedeni değil, yalnızca bardağı taşıran damla.”

Bu bir hafta Vasiliadis’i derinden etkilemiş. 1964’ten beri kan kaybeden gazetenin geldiği noktayı üzüntüyle anlatıyor: “İstanbul’da 610 Rum aile yaşıyor. Gazetenin tirajı 600. Hedef kitlemizin yüzde 100’üne ulaştık. Bu gazete 20’li, 30’lu yıllarda 30 bin tirajla Türkiye’nin en çok satan gazetesiydi. Yunanistan’dan mübadeleyle gelen halk da okuyordu. 64’ten sonra durum değişti. O zamanki sahibi ayakta tutabilmek için Atina’daki dairesini sattı.”

Öğrenciler harçlığından para ayırdı


Bu tatsız durum içinde Vasiliadis’i umutlandıran şeyler de var. Ameliyata gitmeden önce abone olan bir profesör gibi; “Rumca bilmeyen kişiler abone yazıldı. Sırf yardımda bulunmak için. Duygulandıran bir destek gördük. Bir hanım telefon etti, ‘Hemen hesap numaranızı verin, yarına bırakamam, yarın ameliyat olmaya gidiyorum’ dedi. Ameliyata giderken önce abone olmayı düşünüyordu. Üniversiteli öğrenciler cep harçlıklarından artırıp okuyamayacakları bir gazeteye abone olmak istiyor. Biraz evvel Oral Çalışlar telefon etti ,‘Ben de yazacağım’ dedi, çok duygulanıyorum. Bunu omuzlarım kaldırmıyor.”

Radikal: Ayça Örer, 09.07.2011


Apoyevmatini gazetesinin abonelik bedeli, 3 aylık 25 TL, 6 aylık 50 TL, 1 senelik 100 TL'dir, gazete veznesine ya da verilecek banka hesabına yatırılabilir.

Ayrıntılı bilgi ve iletişim için:
apo.istanbul@gmail.com
(0 212) 225 59 57
(0212) 293 20 35.

Daha fazla ayrıntılı Bilgi için: BURAYA TIKLAYINIZ

5 Temmuz 2011 Salı

Apoyevmatini kapanmasın.


"1925'ten bu yana Istanbul'da Rumca olarak çıkan Apoyevmatini, Cumhuriyet'ten sonra en uzun süredir yayımlanan ikinci günlük gazete."

NTV'nin Apoyevmatini gazetesi hakkındaki haberi bu cümleyle başlıyor. Haberin konusu ise 86 yıllık bu gazetenin maddi sıkıntılar nedeniyle kapanmak zorunda kalıyor olması. 12 Temmuz 2011, Apoyevmatini’nin son kez basıldığı tarih olabilir.

Gazetenin sahibi Mihail Vasiliadis Yunanistan’daki krizin kendilerini çok etkilediğini belirtiyor: düzenli olarak verilen reklamlar geçtiğimiz Mart ayında kesilmek durumunda kalmış. Türk Basın İlan Kurumu’na resmi ilan alabilmek için yaptıkları başvuru ise yerel gazeteler için 5000 tiraj alt sınırı olduğu için reddedilmiş.

Bir zamanlar 30.000 tirajıyla Rum cemaatinin yaklaşık %75’ine ulaşan Apoyevmatini bugün cemaatin tamamına ulaştırılıyor: 610 aileye gönderilen 610 adet Apoyevmatini, Istanbul’da kalan Rum aile sayısı bu.

En yüksek tirajlı gazetemiz “Türkiye Türklerindir” yazadursun, Apoyevmatini hala Rum cemaatinin tüm vefat ve vaftiz ilanlarını yayımlamaya devam ediyor, motto’sunda yazdığı gibi: «Ουδείς γεννάται, ουδείς αποθνήσκει άνευ της Απογευµατινής» (“Apoyevmatini’nin haberi olmadan ne kimse ölür ne de kimse doğar”).

Ancak bir motto’su daha var Apoyevmatini’nin, Victor Hugo’dan alıntıyla: New epochs bring new missions.

İşte bu değişen koşullarda bize düşen de gazetemize, tarihimize ve değerlerimize sahip çıkmak olmalı. 86 yıllık geçmişinde sadece 6-7 Eylül olayları sırasında yayınına ara vermek zorunda kalan bu gazeteye bir minnet borcumuz olmalı.

Mihail Vasiliadis NTV’deki röportajının sonunda, “Bu gazete basılı haliyle Istanbul Rumlarını birbirine bağlayan bir tutkaldır” diyor.

Biz de diyoruz ki, gelin Apoyevmatini tüm Istanbulluları, tüm Türkiyelileri birbirine bağlasın. Abone olun, gazeteye ilan verin, çevrenize duyurun. Basın İlan Kurumu’na, siyasi partilere mektuplar yazın, Apoyevmatini’ye resmi ilan verilmesini sağlayın.

Apoyevmatini gazetesi kapanmasın!


Apoyevmatini gazetesinin abonelik bedeli, 3 aylık 25 TL, 6 aylık 50 TL, 1 senelik 100 TL'dir, gazete veznesine ya da verilecek banka hesabına yatırılabilir.

Ayrıntılı bilgi ve iletişim için:
apo.istanbul@gmail.com
(0 212) 225 59 57
(0212) 293 20 35.

Daha fazla ayrıntılı Bilgi için: BURAYA TIKLAYINIZ