30 Mayıs 2011 Pazartesi

29.05.2011 Plaj

Beyrut'un özel üyelikle girilen ultra "hijyenik" ve "seçkin" swimming clup'larından doğrusu hiç hoşlanmadım. Bugün ilk kez Şii bölgesindeki halk plajına gittim. Güney'de büyük bir plaj olduğunu ilk kez geçen sene keşfetmiş fakat buraya bir türlü doğru mevsim ve saatte gelememiştim. Kalabalığı tarif edemem. İnsanların çoğu giysileri ile, öğle sıcağının ortasında, plajda, yemek artıkları, denizin içerisinde yüzen otomobil lastikleri, başka lastikler, sanki elastikler.. Ya koku, hiç girmiyorum. Plajın üç farklı köşesinden ulu orta, zift gibi denize akan kanalizasyon şelaleleri. Hayatım boyunca mayolu insanların ortasında namaz kılan erkekleri ve ellerindeki nargile şişeleriyle yarılarına kadar suya girip zevki sefa yapan onlarca çarşaflı kadını ilk kez burada gördüm. En kötü ihtimalle yanıbaşlarında deniz dururken, birbirlerine havlu tutup plaj kumlarına işeyen insanları, yine ilk kez burada.. Basra Körfezi'nin İran kıyılarında dahi şahit olmadığım bir manzara. Kafamdaki tüm plaj, sahil, deniz kenarı, denizin kullanımı, temiz deniz vs. vb. imgeler alt üst olagelmiş iken, onlar çıka geldi.

Sanırım bu, hayatım boyunca gördüğüm en tuhaf enstantaneydi. Dört tane askeri jeep koca tekerlekleri ile plaja daldılar. İçerisinden inen askerler kısa sürede, ellerinde salladıkları ve artık neredeyse bir organ gibi kullandıkları makineli tüfek hareketleriyle etrafta donlarıyla denize giren bütün oğlan çocuklarını toparladılar. Jeeplerden kürekler ve çuvallar indi. Çocuklar, ellerine kürekleri alıp çuvalların içerisine kum doldurmaya başladılar. Plaj kumlarıyla, kum çuvalları üretiyorlardı.. Görevlerini yerine getirme konusundaki atikliklerinden, çocukların bunu ilk kez yapmadıkları belliydi. Saatlerce bu böyle devam etti. Neredeyse çırılçıplak ergen çocuklar, ellerinde kendilerinden büyük askeri kürekler, başlarında postallı çelik yelekli askerler, her saniye başka bir köşeden bedenime teğet geçen yine o makineli tüfekler. Beni sokakta yürüyemez hale getirip, markete bile taksiyle gitmeme neden olan o koca tükfekler! ... ama plajdayız artık, lütfen! Yine benim dışımda kimse, etrafımızda olup biten bu şeylerle hiç ilgilenmedi. Ben ilgilendim de ne yaptım? Bir denize baktım, bir dönüp arkama baktım, bir daha denize baktım, bir daha dönüp o manzaraya, bir daha denize, çocuklara, Akdenize..

Koca bir askeri kamyon gelip tüm çuvalları yükleyip giderken sanırım boynum - biraz da gerilmekten - tutulmuştu. Ve nedense, şu ana kadar gördüğüm o akıllara zarar sahnelerin hiçbirisi bu kadar incitemedi beni. Çok çaresiz hissettim. Hem Lübnan, ne kadar çaresiz. Çıkış yok.

Not: Bilmeyenler için, Lübnan Hükümeti savaş yılları boyunca "en ekonomik" yöntem olarak tüm savaş yıkıntılarını denize atmış. Bu sahillerin altında dört Beyrut kenti hacminde bir hafriyat yattığı söyleniyor. Bina kalıntılarından, otomobillere ve ev mobilyalarına uzanan... Akdeniz'i risk altına soktuğu gerekçesi ile İtalyan Hükümeti ile devam eden bir mahkemeleri bile var. Beyrut'da denizden çıkan hiçbir şey yenilmiyor. Deniz ürünleri çoğunlukla Mısır ve Türkiye'den ithal ediliyor. Bahsini ettiğim Swimming Clup'lar denizin kenarına kurulmuş olimpik havuzlar. Cüzdanınız yeterince kabarıksa buralarda deniz manzarası eşliğinde tertemiz havuzlarda yüzüyorsunuz. Fakat benim gibi turkuaz sularda büyümüş birisi için bu yöntem son derece abes. Çok sıcak havalarda denizden yükselen kokular bazen tüm kenti etkisi altına alıyor. Bu kalıntılar su altında her geçen gün biraz daha genleşiyor ve çeşitli gazlar üretiyor. Lübnan Akdeniz'i, gelecek yıllar içerisinde birçok patlama riskine gebe. Beyrut'dan Akdenize doğru bakmanın, Akdenizden Beyrut'a doğru bakmaktan pek bir farkı olmadığının altını, ayrıca çizmek istedim.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

25 Mayıs 2011 Çarşamba

NAMAHREM


NAMAHREM *

For DESTRUCTION 2011 Tayfun Serttas has produced a site-specific installation, NAMAHREM. Using the physical sections of the space, the viewers can interact with the work and connect to the sexually charged chat rooms of MIRC. The space where the exhibition takes place used to be a brothel and the address, "Akarsu St, No: 2" that is used as a nickname in the chat rooms enables the viewers to connect to any MIRC user in Turkey. In this very "free" space, it is imminent for the viewer to meet a zoophil from Kayseri, a necrophil from Adana, a sock-sniffer from Trabzon and a pedophil from Konya. According to the artist, culturally repressed sexual identities can become a phantasm in the liberated, "anonymous" environment of the Internet. MIRC, the predecessor to all chat programs, a most rudimentary software, enables different levels of sexual perceptions from all over Turkey to come together; it becomes a most revealing database for researchers working in history, religion, sociology and ethics.

The artist wrote the poem "The Missing Moral Seed" in 1923. He greets the phenomenon of the Internet, MIRC, which he defines as an allegory for a sexual revolution, and the acceptance of MIRC into the quotidian:

The Missing Moral Seed

The Man first learned the mahrem
He was inside.
And then the namahrem.
He was outside.
And then the savior created MIRC.
The inside and the outside became one.
It, inside is outside,
It, was the glorified gate between the mahrem and the namahrem.
It, was blessedly mysterious.
Privacy gave power to the Man.
Privacy liberated the Man.
Privacy gave the Man a secondary identity.
Privacy gave lust to the Man.
Privacy gave vengeance to the Man.
Privacy gave gate to the Man.
Privacy gave itself to the Man
Thus, the mahrem became the namahrem.
The ones that wrote their souls to the namahrem wrote the reality of meaning.

* Mahrem is a word in Turkish, appropriated from Arabic, meaning hidden. "Na" denotes negation. Namahrem thus means not hidden, open, public. Mahrem is what is inside, namahrem is what is outside.


NAMAHREM


Tayfun Serttaş, mekanın fiziksel aksamlarını kullanarak YIKIM 2011 için özel olarak ürettiği “NAMAHREM” isimli yerleştirmesiyle, izleyicileri sergi süresince interaktif olarak MIRC programının seksüel fantezilerle örülü sohbet odalarına bağlıyor. Bir dönem randevu evi olarak kullanılan sergi mekanının gerçek adresi “Akarsu Sok, No: 2” nicki üzerinden sohbet odalarına bağlanan izleyicilerin random olarak Türkiye’nin tüm bölgelerinden kullanıcılarla dilediklerince iletişim kurmaları serbest. Bu hayli kalabalık “özgür” mecrada, Kayseri’den bir zoofili, Adana’dan bir ölü sevici, Trabzon’dan bir çorap koklayıcı ya da Konya’dan bir pedofili ile karşılaşmak an meselesi. Sanatçıya göre; kültürel alanda baskılanan cinsel kimliklerin, internet ortamının zemin hazırladığı “gizlilik” avantajı sonucu nasıl bir fantazmaya dönüşebileceğinin bu mecradan daha büyük bir kanıtı yok. Sohbet programlarının atası ve en ilkeli sayılan MIRC, Türkiye’deki toplumsal cinsiyet algısının en ücra katmanlarını tek bir mecrada buluşturması açısından sosyal psikoloji, felsefe, toplumsal tarih, ilahiyat, sosyoloji ve etik gibi alanlarda çalışan araştırmacılar için benzeri bulunmaz bir veri tabanı.

Sanatçı, 1923 yılında kaleme aldığı “Eksik Kalan Manevi Döl” isimli şiirinde, bir internet fenomeni ve cinsel devrim alegorisi olarak tanımladığı MIRC’in gündelik hayata kabulünü şöyle selamlıyor;

Eksik Kalan Manevi Döl


Önce mahrem’i öğrendi kul.
İçerideydi.
Ardından namahrem’i.
Dışarıdaydı.
Ve nihayetinde MIRC’i yarattı büyük kurtarıcı.
İçeri ile dışarı, birbirine kenetlendi.
O, içerideki dışarı,
O, namahrem’in mahremiyete açılan, saltanat kapısıydı.
O, kutsanmış bir gizlilikle donanmıştı.
Gizlilik kullara güç verdi.
Gizlilik kullara özgürlük verdi.
Gizlilik kullara eşantiyon bir kimlik verdi.
Gizlilik kullara şehvet verdi.
Gizlilik kullara intikam hırsı verdi.
Gizlilik kullara nefret verdi.
Gizlilik, kullara, kendini verdi.
Böylelikle, mahrem oluverdi namahrem.
Öylesi bir namahrem’e ruhunu yazanlar, mananın hakikatini yazanlardı.







Sergi Künyesi / Exhibition Description

Sergi adı/Exhibition Name: Yıkım 2011/Destruction 2011
Sergi tarihi/exhibition date: 12 Mayıs/27 Mayıs 2011
Koordinatörler/Coordinators: Alper T. İnce & Rafet Arslan
Açılış/Opening: 12 Mayıs saat: 18:30/ 12 May 6,5pm

23 Mayıs 2011 Pazartesi

SOUVENIR TRAUMA - Tayfun Serttaş


Exhibition Opening and Performance

Friday 03.06.2011
19:30 – 21:30

Artist Talk and Video Screening

Sunday 12.06.2011
18:00 – 20:00

Zico House, 174 Spears Street
Sanayeh // Beirut - Lebanon

Souvenir Trauma


Starting with Susan Sontag's book "Regarding The Pain of Others";

The subject creates a psycho-strategic discursive ground through the social position when looking at the traumas of others through the one "regarding the pain" and the one "whose pain is being regarded." Within the context of this strategy, the artist is a third eye as a "temporary citizen." Could there be a relationship between the geographies that the artist travels through and the artistic production? As a suggestive field set forth by the coincidental experiences, what are the problematics involved? What is the impact of the surrounding ideological pressures that surround the artist? With the new responsibilities of the artist, who is also a "witness" of the now, the artist assumes new responsibilites in the production in the framework of intercultural communication; how transformative are these said responsibilities?

Could the Middle Eastern artistic practices - that were manipulated by the pressures of orientalism a century ago - be newly oppressive through the intuitive seduction of the post-traumatic? What are the expectations of Western artistic institutions from Middle Eastern artists? Could these expectations be esoteric methods that were extended to our time by the tradition of prejudice? How should the Middle Eastern artist use the right to "respond" at this point? How functional is art, also a means of provocation, in describing and subverting the expectation? The artist, in this first part of his production, "Souvenir Trauma," triggered by his Middle Eastern experiences chooses to show from within and aims to research whether there is a linguistic and methodological unity between artists who share a common geography.

About Artist Talk and Video Screening

Tayfun Serttaş discusses his practice in relation to İstanbul’s history of social, cultural and sexual diversity. The talk will be completed by a screening of four of Tayfun Serttas’s recent video works;

The Other The Other and Beyond
©2005

Osep Minaoğlu Recalls
©2008

INVOKE
©2009

Mama Deniz ©2010

Presentation Languages:
Arabic and Turkish

Video Languages:
Turkish and Armenian with English subtitles

Artist Statement


Tayfun Serttaş (1982 Turkey), currently in residence at the Arab Image Foundation, is an artist, writer and researcher who lives and works in Istanbul. Tayfun Serttaş’s installation-focused work is often formed of the multilayered engagement of various media including ready-mades, found objects, sculptures, videos, photographs, artist’s books and drawings around a documentary theme. From various viewpoints, the artist interrogates normative memory based on the model of “modern society,” assuming a psycho-strategic position encountering dominant streams of consciousness in his work. The artist conducts interdisciplinary research into the social interruptions of recent history in the context of the intervention of the assumed past to the present and their complex impact within the equation of the individual, identity and culture, constructing a visual language drawing strength from experimental narratives between social sciences and contemporary art disciplines. Themes he works on include urban anthropology, social gender, the cultural heritage of the other, the critique of civil society, the sociology of everyday life, minorities, urban transformation, sex workers, immigration and change, socio-political strategies and minor politics.

Among the solo exhibitions of the artist who actively produces in and outside of his country are; Tailor’s Dream M&M, Apartment Project, İstanbul, 2011; Studio Osep, Delfina Foundation, London, 2010; Territory Dispute, Noa, İstanbul, 2010; Studio Osep, Galeri NON, İstanbul, 2009. Group exhibitions of note are; 2011, Akarsu Sok, No:2, İstanbul, 2011; Where Fire Has Struck, DEPO, İstanbul, 2011; Diffusion of Inventions, Manzara Perspectives, İstanbul, 2011; DIVERÇITY / Learning from Istanbul, Centrum Sztuki Wspolczesnej Zamek Ujazdowski, Warsaw, 2010; SİNOPALE, Third Sinop Biennial, Sinop, 2010; Ability to Face the Uncertain, Serdar-i Ekrem Sokak, İstanbul, 2010; Heyday, İstanbul 2010 Portable Art Project, İstanbul, 2010; État d'âmes, une génération hors d'elle, ENSBA École nationale supérieure des Beaux - Arts, Paris, 2010; Nakka!, The Hall, İstanbul, 2010; Artist Book International, Centre Pompidou, Paris, 2009; Unsound Reason - Adequate Cause, Galeri NON, İstanbul, 2009; Incompleteness of the Narrative, E-Flux, Berlin, 2009; Relative Positions And Conclusions, Suriye Pasajı, İstanbul, 2009; The Bitch Is Sleeping, Karşı Sanat, İstanbul, 2008; Becoming Istanbul, DAM Deutsches Architekturmuseum, Frankfurt, 2008.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Beyrut'da AŞK Baharı; Laïque Pride!


Yönetim sistemi tümüyle cemaat yapıları ve ülkede yaşayan toplulukların demografik dengeleri üzerine kurulu olan Lübnan’da belki de en büyük handikap medeni kanun’un olmaması. Beyrut’a yaptığım ilk ziyarette, gündelik hayatta asla dillendirilmeyen bu bilgiyi Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde çalışan bir arkadaşımdan öğrenmiş, medeni kanun güvencesi altında doğup büyümüş birisi olarak o günlerde bu “hukuk dışı” sistemin nasıl işlediğini kavramakta çok ama çok güçlük çekmiştim. Ne demekti bu şimdi, nasıl oluyordu peki medeni kanun olmayınca, devreye hangi kanunlar giriyordu, ne yapıyorlardı o zaman insanlar?

Kısaca şöyle oluyor, medeni kanun olmadığı için bireylerin bütün aile, evlilik, soy, kütük işleri bağlı bulundukları cemaatlerin dini kurumları tarafından yürütülüyor. Lübnan’da din ve mezhep ayrımı üzerinden toplam 19 farklı topluluk yaşıyor. Bu bireylerin medeni kanun içerisinde korunması gereken tüm sosyal hakları dini kurumlara sevkedildiği için farklı topluluklar arasında evlilik YASAK! Bu şu boyutta bir yasak, bir Müslüman ile bir Hıristiyan ya da Dürzi evlenemez demek değil, farklı dinler arası evlilik zaten bu ülkede söz konusu değil, çok daha sert kurallar... Örneğin her ikisi de Hıristiyan olan bir Katolik Maruni ile bir Apostolik Ermeni’nin ya da bir Ortodoks Rum’un evlenmesi dahi YASAK! Aynı şey İslam’ın farklı mezhepleri içerisinde de geçerli. Evleneceğiniz kişi sadece ama sadece sizinle aynı etnisiteden ve aynı inanç sisteminin, aynı mezhebinden olmak zorunda. Eğer öyle değil ise YASAK! Beyrut’da kaos, bence bu noktada başlıyor. Böylesi bir yasağın toplumsal psikoloji ve gündelik yaşam pratiklerini ne yönde etkileyebileceğini tezahür etmeyi size bırakıyorum.

Yarım asıra dağılan iç savaş boyunca nüfus dengeleri orantısız biçimde bozulduğu için hiçbir toplum tek bir bireyini dahi bu yolla kaybetmeyi göze alamamamış. İsrail’in kurulması sonucunda yüzbinlerce Filistinli Müslümanın Lübnan’a akın etmek zorunda kalması, zaten çok küçük ve çok hassas dengeler üzerine kurulu olan sistemi tümüyle gerginleştirmiş. İsrail’in bölgedeki varlığının uzun vadede Beyrutlulara ne gibi bedeller ödettiğinin sonuçları malum... Böylelikle hali hazırdaki geleneksel kurallar sıkı sıkıya uygulanan bir tabu halini almış. Normal şartlarda içerideki insan stoku tüm bölge ülkerinden çok daha açık görüşlü olan Lübnan’ın böyle bir problemi en az yarım asır önce çözmesi beklenirdi ama nafile... Anlıyorum ki, savaş koşulları altında kimse de pek sesini çıkartamamış. Çünkü düne kadar, yarın ne olacağından kimse emin olamamış. Ola ki, tüm kısıtlamalara rağmen örneğin bir Katolik Maruni ile bir Dürzi aşk yaşayıvermişler ve evlenmek isteyivermişler. Tek bir çözüm var. Bunun için Güney Kıbrıs’a gidiyorlar ve 10 bin dolar karşılığında (bence bu Güney Kıbrıs Devletinin en büyük rüşvet skandalı çünkü normalde bu işlemden asla bu para alınmaz) medeni kanun güvencesi altında evlilik yapıyorlar. Güney Kıbsrıs’ta yapılan bu evliliklerin Lübnan sınırları içerisindeki dini kurumlarda ne kadar geçerli olduğu tartışmalı. Bu tip aileler sonrasında ya ülkeden ayrılıp Batılı devletlere göç etmek durumunda kalıyor ya da içerideki kısmen karışık mahallelerde izole bir hayat sürüyorlar. Çünkü evlilik prosedürü bir biçimde çözülse dahi, çocuklar açısından sayısız yeni problem doğuyor, gideceği okuldan, edineceği arkadaş çevresine kadar... Çünkü son yarım asırdır “bu çocuk kimin çocuğu?” sorusuna herkes tarafından tek bir yanıt verilmesi bekleniyor.

Önemli bir parantez olarak, üç beş günlük ziyaretlerle olağanüstü bir etnik çeşitlilikle karşılaşıp Beyrut’u dünyanın en multi-kültürel şehri ilan edip, burada Londra modeli bir çok kültürlülük olduğunu savunanlar fena halde ıskalar ve duvara toslarlar. Bugün hala Beyrut’da toplumsal alanda güven ilişkileri yerine oturabilmiş değil. Gündelik hayatta bu insanlar her ne kadar ortak kamusal alanları kullanmaya başlamış olsalar da, hala gece uyumak için kendi kimliklerinin gerektirdiği mahallelere geri dönüyorlar. Hala her mahalleye girdiğinizde, öncelikle kimin mahallesine girdiğinizi hesaba katmak zorundasınız. Hamra kafelerinde arkadaşlarım vardı, her biri farklı orijindendi, çok iyi anlaşıyorlardı, baksana Beyrutlular bu işi ne güzel çözmüş gibi bir şey hayal ürünü. Bu bilgisizlikten kaynaklanıyor. Çünkü öyle bir toplumsal gerçeklik zemini yok. Son 60 senedir hiç olmadı. Bugün Beyrut’da hala bağlı bulunduğunuz cemaatin gücünü ve desteğini arkanıza almadan bireysel olarak hiçbir şey yapamazsınız. Aschrafia semtinde doğdum, canım istedi, kalkayım da şöyle iki yıl da Mar Mikayel mahallesinde bir ev kiralayıp biraz da orada takılayım diyemezssiniz. Olamıyor efendim. Artık savaş kuralları geçerli olmasa da, geleceğe dair tüm içsel planlar burada hala kimlikler üzerine kurulu. O nedenle Beyrut’u egzotik meyve tabağı tadında multi kültürel bir cennet olarak tanımlamaktansa, çok küçük bir toprak parçasında tarihsel kırılmalar sonucu gereğinden fazla toplumdan insanın yoğunlaştığı, sıkıştığı ve bir süre sonra genleşmeye başladığı bir mübadele alanı olarak görmeyi her zaman savunurum. Böyle bir perspektiften Beyrut'u anlamaya çalışırım.

Gelelim Laïque Pride’a. Lübnan tarihinde ilk kez insanların “birbirlerimizle evlenmek istiyoruz!” sloganıyla sokağa döküleceğini öğrendiğim an örgütlenme sürecine düşünmeksizin atladım. Toplantıların bir kısmı zaten yaşadığım binanın alt katında gerçekleşiyordu. Binanın giriş katında Beyrut’un Lambda’sı var. Aralarında olağanüstü yetenekli ve girişimci insanlar var. Hazırlıklar bir aya yakın devam etti. İlk başta nasıl bir yol izleneceği belirsizdi. Tüm komşu ülkelerde ciddi bir iktidar çalkantısı varken, bir anda Beyrutluların da çıkıp laiklik ve medeni kanun talep etmesi yönetim tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanabilir, fena biçimde püskürtülebilirdi. Demografik denglerin bozulması nedeniyle 1932’den beri nüfus sayımı yapmayı dahi göze alamayan Lübnan’ın özellikle bu konuda pek fazla lüksü kalmamıştı. Bu coğrafyada kimsenin mevcut iktidarını küçükücükte olsa sarsıntıya sokacak bir hamleye daha tahamülü yoktu. O nedenle mümkün olduğu kadar dikkatli, asla agresif anlaşılmayacak, deyim yerinde ise “yumuşak” bir gösteri üzerinde karar kılındı. Bu nedenle Gay Pride’lara ince bir selam verilerek gösterinin adı “Laïque Pride” olarak tasarlandı. Pride gibi bir temayı, özelikle heteroseksüelleri ilgilendiren toplumsal dönüşümlere ve laikliğe ithaf etmek bence ayrıca çok başarılı ve yaratıcı bir tavır. Dil yumuşak, aktivistler tanınan ve güven uyandıran insanlar olunca devlet hiçbir güvenlik önlemi almadı. Tek bir araç içerisinde 4 tane asker izledi sadece. Birde kortejin önünden bir polis aracı eşlik etti. Saat 15:00’da kordon’da Ain El Mrassie meydanında başladı toplanıldı. Ben bir saat öncesinden gidip kordonda yürüyenlere flayer ve gül dağıttım. Çocukları ile gezen ailelerden birkaçı bu dönüşümün gerçekten çok zor olduğundan ve tüm bir sistemin değişmesi gerektiğinden bahsettiler. Onlara uzun uzadıya Türkiye’yi örnekledim. Türkiye’de de geleneksel ailelerin iç evlilik hassasiyetleri olduğunu, medeni kanun’un buna kesinlikle mani olmadığını, fakat dış evlilik yapmak isteyen insanların bu haklarının kısıtlanmasının aynı zamanda ciddi bir insan hakları problemi olduğunu anlatmaya çalıştım. Sistem kökten değişmeden, bu dönüşümün hızla hayata geçebileceğini vurguladım. Tebessümlerini eksik etmediler. Kordonda fink atan gençler ise büyük oranda konuyu eğlenceye vurup, bana evlenme teklifi etselerde keyifliydi. Şakası bile güzel.

Yürüyüşü organize edenler ve katılımcılar arasında neredeyse yarı yarıya LGBTT aktivistlerin olması, sadece heteroseksüel evlilikleri kapsayan bir gösteriye “orada ne işimiz var?” demeden, böylesine içtenlikli bir kitleyle destek vermeleri benim açımdan iki katı motive ediciydi. Lübanlı LGBTT örgütler Türkiye’de olduğu gibi heteroseksüel bireyleri sadece “homofobi” üzerinden kodlamıyorlar. Homofobi gündemlerinde bizde edindiği gibi kütlesel bir yer işgal etmiyor zaten. Fakat şu da var, Arab Dünyası başka bir cinsellik coğrafyası. Bunu egzotize etmek için belirtmiyorum. Eş cinsler arasındaki ilişkiler kültürel açıdan gerçekten çok daha toleranslı ve Batı toplumlarında olduğu gibi sert bir maçoluk ve homofobiyle karşılanmıyor. Kuşkusuz zor fakat bu zorluklar daha farklı bir ahlaki sistematik içerisinde ortaya çıkıyor. Belki bu ayrı bir yazının konusu. Sanıyorum biraz da bu nedenle Beyrutlu LGBTT’ler homofobi ile pek ilgilenmiyorlar, bunun yerine Suriyeli göçmen inşaat işçilerine ücretsiz İngilizce dersi vermeyi ya da şehirdeki Filipinli kadın hizmetçilerin karşı karşıya kaldığı hukuki sorunların peşinden koşmayı tercih ediyorlar. Konuyu politik perspektiften, hümanist bir perspektife doğru çekiyorlar. Böylelikle aslında kendilerine birçok alan açıyorlar, destek topluyorlar ve bu insanları sonrasında kolaylıkla kendi eylemlerinde ağırlayabiliyorlar. Bence çok yol katediyorlar. Türkiye gibi LGBTT aktivizmi sadece Batılı savlar üzerinden ithal eden ve çoğu kez kendisiyle ters köşe olan bir geleneğin, özellikle Ortadoğu toplumlarındaki LGBTT aktivizm deneyiminden öğrenecek çok şeyi olduğunun ayrıca altını çizmek isterim.

Üç saate yakın kesintisiz bir çoşkuyla devam eden yürüyüşün her saniyesinde olağanüstü hissettim. Elimde bir kucak dolusu pembe gül, başımda bir parça tül duvak ve göğsümde dağıtımdan şansıma düşen “Mr. Grec Catholique” bantıyla eve döndüğümde bir umut doğdu. Gülleri derhal ıslatıp vazoya koydum, gururlandım. Kim nereye çekerse çeksin hayır, Arab Rönesansı gerçekleşiyor. 2011’in ilk aylarından beni dünya kamuoyu olarak buna şahit oluyoruz. Senelerce para ile avutulan Arab Dünyası, bugün tek olayın para olmadığını, zaten o paraların kendilerine pekte yaramadığını, çözümün gündelik yaşamda olduğunu hayrıkırıyor. Kesinlikle inanıyorum, Lübnan belki hemen yarın değil, fakat kısa bir süre sonra bu sorunu çözecek. Çözmek zorunda. Devrim sürecine eklemlenecek. Lübnan, yeni kuşağın çabalarıyla melezleşmeyi öğrenecek ve kanımca o melez kültürden kimsenin hayal etmediği kadar gerçek bir dayanışma ortamı çıkacak. İşte o gün Lübnan, gerçekten multi-kültürel olma şerefine erişecek.

Türkiye’ye gelince, kadın hakları ve medeni kanun konusunda zamanının çok ilerisinde kararlar almış bir devletin bu öncü misyonunu asla kaybetmemesi gerekiyor. Burada laiklik isteyenlerin son bir asırdır en büyük modeli Türkiye. Gurur verici. Şimdi aynı Türkiye’nin, yine zamanının ilerisinde kararlar alarak eşcinsel evlilikleri yasallaştırmaması için önünde hiçbir gerçekçi neden yok. Türkiye medeni kanunu'nun sırada bekleyen en elzem başlığı bu olmalı. Eminim, Türkiye’de eşcinsel evlilikler yasallaştığında sadece kendi sınırları içerisinde değil, tarihsel açıdan etkili olduğu tüm bir coğrafya içerisinde olağanüstü bir umut yeşerecek. O umuttan başarı ve özgüven hikayeleri filizlenecek. Buna mani olup, kendi vatandaşlarını ebedi yanlızlığa itmek için hiçbir neden yok. Bence bu konuda ciddi mesai harcamaya değer. Bugünden itibaren, iki katı değer.