29 Mayıs 2010 Cumartesi

süslü saksı sokağı
























İstanbul'da şube açan yabancı Sigorta şirketleri, şehrin yangın riskini gösteren bu planları merkezi Londra'da bulunan Charles Edward Goad'ın şirketine 1904-1906 yılları arasında yaptırılar. İstanbul'un bu ilk detaylı kent planları 'Goad'ın Haritaları' olarak bilinir.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

lütfen Osep Minasoğlu'nu arayınız..
























Konu sen olduğunda "kitap hep yazılmakta" sevgili Osep. Bugün yeni bir hayata başladın... Bomonti'ye taşındın. Yeni evin artık orası. Fransız Huzurevi'nin o güzel binasındaki bol güneşli odanda sana rahibeler eşlik edecekler. Anlata anlata bitiremediğin, hayatının ilk eğitimini aldığın Samatya İtalyan Rahibe Anaokulundaki anıların geldi aklıma bu akşam. Çocuk gözlerinle tanıdığın rahibelerin şefkati ne kadar sıcak kalmış meğer. Şimdi yeniden onlar var hayatında, o çok sevdiğin, sevgi ile andığın şeker kadınlar. İşte görüyorsun hayat, hem başından, hem sonundan yazılmakta. Bazen başa sarmakta..

Orada sana hergün taze ve sıcak yemekler hazırlayacaklar. Yanında tatlın ve meyven olacak. Hem de üç öğün! Giysilerini özenle temizleyecekler. Yatak çarşafın hergün değiştirilecek. Gün içerisinde istediğin kadar Beyoğlu'na gidip gelebileceksin. Her akşam odan kontrol edilecek. Hepsinden önemlisi, çok güvende olacaksın... Hiçbirimizin aklı sende kalmayacak artık. Gece yatağa başımı koyduğumda, senin ne halde olduğunu sormayacağım kendime. Bu yanlızca beni değil, seni, bizleri, hepimizi rahatlatan bir karar.

Aylarca çok fazla tereddüt ettin. Biliyorum, özgür ruhlar için zordur. Hele ki yaşlılık gibi bir nedenle... Yaşamları boyunca mücadelesini verdikleri o biricik özgürlüklerinden bir nebze olsun feragat etmek. Özgür kuşlar, biçilmiş altın kafeslerden ise çatı aralarındaki yuvalarında kalmayı her koşulda tercih ederler. Bunun için direnirler. Fakat artık gözlerin iyiden iyiye göremiyor, kulakların neredeyse hiç duymuyordu... Son operasyonlardan sonra yapabileceğimiz çok az şey kalmıştı ve sen bazen evde kaybettiğin gözlüğünü dahi altı gün arayıp bulamazken, o evin merdivenleri, o merdivenlerin karanlığı, o karanlığın soğukluğu.. Düşündükçe içimi ürpertiyordu. Şimdi düşündükçe içim ısınıyor. Şimdi oradasın. Şimdi yeniden kucaklardasın.

Lütfen Osep Minasoğlu'nu arayınız. İnatla arayınız ve onu yanlız bırakmayınız, lütfen. O ilk başta duymuyor olacak, ses gelmiyor diyecek, defalarca kez kim olduğunuzu soracak, sonra aniden yakınmaya başlayacak, derken Paris'ten bir anısını anlatacak ya da o günkü döviz kurunun ne kadar olduğunu soracak ama emin olun, aslında o herşeyi duyuyor, sizi çok yakından tanıyor olacak.. Emin olun, sizlerden o telefonu bekliyor olacak.

Lütfen Osep Minasoğlu'nu arayınız; 05353146097

16 Mayıs 2010 Pazar

Yıkılan Beyrut, Yapılan Beyrut

Önce şehirler kurduk, sonra onları bir güzel yıktık. Ve sonra aynı topraklara yeni şehirler kurduk. Sonra, onları da yıktık. Ve bir kez daha... Son iki bin senedir şehir "hep" kurulmakta. Bazıları, kurulurken yıkılmakta. Bizlerin tanımında şehir, artık "transformasyon" demek. Şehirlerin kadimliği üzerine tüm yargılarımızı bir kenara bırakalı çok oldu. Dünyanın en büyük açık hava şantiyesi ve harabesi olarak Beyrut, yıkılmaya ve kurulmaya sonsuz kere devam ederken, tüm çıplaklığıyla size yok olmanın kolaylığını formüle ediyor. Bu kadar kolay olacağına, yer yer kendiniz bile ikna olmak istemiyorsunuz. Beyrut'da insanlar konuşmayı bırakalı çok olmuş. Haklılar, Beyrut üzerine bir kelam etmek, biraz cürret istiyor. Şimdi onlar yerine, şehir konuşuyor. Binalar, "insanlar" adına yakın tarihin yazımına soyunuyor. Onları, olanları ve olacakları anlatıyor. Geçmişten ve gelecekten haber veren başka bir aygıt yok burada. Kimse, daha fazlasını bilmiyor...




"İktidar namlunun ucundadır" lafının bu kadar yoğun telaffuz edildiği bir şehir olmadı dünyada. Bu şehirde herkes "tanrının bir orduya ihtiyaç duyduğuna" ikna oldu. Tanrılar çoktu ve herkes bir diğerinin tanrısının kendi zaferine şahit olmasını istedi. Onun tapınağı önünde, zafer fotoğrafı çektirmek istedi... Bu fotoğrafı çekebilmek için 60 sene boyunca durmaksızın "çarpışıldı". Derken bir fotoğraf fonu olarak önce tapınaklar, ardından evler, sonra insanlar, bebekler ve sokak hayvanlarına kadar herşey yok oldu... Ve şimdi Beyrut'da, hiçbir tapınağın kulesi dev inşaat vinçlerinden daha yüksek değil. Bu vinçler, tanrının evleriyle dolu kent silüetini lanetli korkulular gibi kuşattı. Hiçbir kuşatma bundan daha büyük olamadı...

60 seneyi bulan savaş boyunca önce çürüyen cesetler şehirden uzaklaştırıldı. Ne acı, kendilerini tanrılarına adayan bu bedenlerin hiçbirisi için dua edilemedi. Bazıları hiç uzaklaştırılamadan yıkıntılar arasında toprak oldu. Kentin ruhuna karıştı. Dört kez baştan sona yıkılan şehrin yığınları, dünyanın en büyük kent çöplüğü olup Akdenizin sıcak sularına atıldı. Bir süre sonra, bu kalıntılar dahi patlamaya hazır bir bombaya dönüştü. Akdenizin kıyısında, Beyrut'un çürüyen kemikleri, çok tehlikeli gazlar yaymaya ve tüm kente tuhaf kokular salmaya devam ediyor. Dünyanın en büyük şehir mezarlığı, her geçen gün gerildikçe geriliyor... Hayaletler sırada bekliyorlar. Burada hayatlerin bile bir ordusu var artık.




Savaşın izleri yanlızca insanların bedenlerine, zihinlerine ve göz bebeklerine işmememişti. İnsanın en mahrem alanı olan mekanlar, en az bedenler kadar... Havan toplarının açtığı oyuklar, roket ve mermi delikleri, duvarları kötü bir ressamın soyutlamasına dönüştürürken, artık her biri heykelsileşen bu hiçlik mekanları insanlık tarihi adına kimsenin dillendiremediği bir nefreti kolaylıkla dillendidiyordu. "biz - sizi istemiyoruz!" diyordu... Biz'in kim, siz'in kim olduğuna ya da olacağına kimse karar veremiyordu. "Dünyanın G Noktası" burasıydı artık. Bir zamanların multi kültürel yaşam formu, sonraki zamanların kimlikler çöplüğüne dönüşmüştü. Arap Gotiği; yerini Arabesk'e bırakıyordu... Kimsenin buna katlanmaya niyeti yoktu.

Bu haliyle Beyrut kesinlikle multi-kültürel bir yer değil artık. Osmanlı dönemindeki milletler sisteminin modernize olmuş hali demek dahi, güç. Konu Beyrut olunca kazananın modernizm mi, gelenek mi olduğu hala büyük muamma. Ondokuz farklı toplum - cemiyet - yaşıyor bu küçücük coğrafyada. Tarif edilmesi zor bir yoğunlaşma ve bu yoğunlaşmanın getirdiği zorunlu bir kimlik genleşmesi... Toplum modeli mezheplerden - aşiretlere uzanan hayli çetrefilli bir reçete üzerinden belirleniyor. Ülkede medeni hukuk yok. Bu nedenleki örneğin, Hıristiyan olma çatısı altında birleşmelerine rağmen bir Arap Ortodoks ile bir Maronit'in evlenmesi dahi mümkün değil. Çatışma içerisinde olan İslam mezhepleri arasında da aynı yasaklar var. Ülkenin üçüncü büyük dini topluluğu Dürziler zaten geleneksel olarak dış evliliğe kapalı. Gündelik yaşamda ise gençlerin flört etmeleri dahi olanaklı görünmüyor. Konu flörtden de ibaret değil elbet, herkesin olumladığı bir ayrışma kamusal alanın tüm detaylarına nüfuz etmiş durumda. Toplumsal hayatın ihtiyaçları ve koşulları yalnızca dini kurumlar tarafından belirleniyor. Bu sıkışmışlık içerisinde sınırlar çok keskin. Müslüman Mahalleleri ve Hristiyan Mahalleleri dışında bu mahallelerin içerisinde de mezheplere ya da etnisitelere göre ayrılmış birçok mikro bölge var.

Kollektif kamusal alandaki karmaşa "dresscode"lar sayesinde kolaylıkla çözümleniyor. Dini sembol kullanımı o kadar yaygın ki, sokakta yanınızdan geçen herkesin kolaylıkla hangi inançtan hatta o inancın hangi mezhebinden olduğunu kavrayabiliyorsunuz. Bu, sosyal yaşamda bir tür savunma kalkanı oluşturuyor. Bir tür dokunulmazlık. Çünkü mensup olduğunuz cemaatin varlığı olmadan, burada kolay kolay birey olunamıyor... Ortadoğu'da yaşayan Hıristiyanlar, genelde ya boyunlarına taktıkları bir haçla, ya da araçlarında bulundurdukları sembollerle Hıristiyan olduklarını size bir biçimde fark ettiriyorlar. Ortadoğu için en önemli kimlik, dinsel kimlik. Fakat bu toprakların Hıristiyanları, Avrupa'da yaşayan Hıristiyanlardan oldukça farklı. Gündelik yaşamda ikinci kriter olan kültürel kimlik, Arap Hıristiyanların Avrupalılar ile aralarındaki sosyo-kültürel tezatları belirliyor.




Çok ani bir kararla Beyruttayım. Topu topu birkaç günde hazırım, hayatımın en hızlı yer değiştirmesi bu. Halbuki kendimi hazırlamak için en az iki haftaya ihtiyacım olmalı diye tasarlardım Beyrut'u düşünürken. Koşturmacanın ortasında kendime birkaç saat süre veriyorum. Gitmeden önce en çok düşünmem gereken şehirlerden birisine gidiyorum. Bir süre düşünüyorum. Kendimi, ona ve kendime hazırlıyorum daha doğrusu. Çocuk gözlerimle hatırladığım, dünyanın en güzel şehrinin üzerine yağan bombalar ne kadar taze. Bir şehir, ne yazik ki içimden böyle geçiyor. Telefonda "orası Ortadoğu'nun cenneti" diyor annem, cenneti göreceğim için seviniyor, yazık. Sonra ekliyor "acaba ne halde şimdi..?" İşte o acaba kısmını hiçbirimiz bilmiyoruz. Cennetten ve cehennemden kalanların oranlarını hesap edemiyoruz. Ben cenneti umuyorum.. Eskilerin zihnindeki Beyrut'u, bir nebze olsun görebilmeyi. Kalmamıştı en son, biliyorum ama bilmek ile umud etmek arasında hep bir fark vardır.

Ucaktan iner inmez suratıma carpan bir alev, biraz toprak, biraz gübre, biraz barut kokuyor. Polis kontrolünü geçer geçmez herkes sigaralarını yakıyor. Bende yakıyorum bir tane. Ağzımda sigara ile bagaj bekleyip, free shop gezdiğim tek havalimanı. En olmayacak yerde böylesine rahat içilmesinden fena zevk almış olarak dışarıya çıkıyorum, etraf zeytin tarlaları... Bildiğin, Akdeniz bahçesi işte. Bahçe burası.

Koluma yapışan taksici downtown için 20 dolar diyor ve asla bu fiyata bu konforu bulamayacağımı söylüyor, çürük mercedesini göstererek. Yaşlı bir adam. Arabanın dikiz aynasından küçük bir haç sallanıyor. Bu fiyatın çok yüksek olduğunu bile bile kabul ediyorum. Ve zeytin tarlalarına dalıyoruz...

Yaşamımda ilk kez bir şehre girerken gülümseyemiyorum. Belki de ilk kez göreceklerimi çok iyi bildiğim için, görmekten çekiniyorum. Ağaçları izlerken aklımda hep o soru; "şimdi bu zeytin bahçelerini mi vurdu İsrail? Bu zeytin dallarının üzerine mi, yağdi o, bombalar..?" Derken aniden şehir ve duvarları şarapnel deliklerinden her birisi ayrı bir yapıta dönmüş apartmanlar. Beklediğimden kat kat daha fazlalar. Heryerdeler, etrafımdalar. Lanet olsun! Saramamışlar yaraları... Lanet olsun! İçlerinden geçiyoruz. İçlerinde insanlar yaşıyor. Delik deşik. Deliniyorum. Ve hayatımda ilk kez bir şehre girerken kendimi kontrol edemeyip...

Beyrutlular için bunun hoş bir durum olmadığını çok iyi bildiğimden şoföre farkettirmeden güneş gözlüklülerime sarılıyorum. Ağlarken onu incitmekten çekiniyorum. "Hiçbir şehre girerken ağlanmamalı, şehirler bunu haketmez. Hele ki kutsal şehirler, bunu hiç istemez" diye telkin ediyorum kendimi içimden.

Derken önümde Beyrut, Beyrut gibi, Beyrut kadar görkemli, Beyrut kadar harabe, Beyrut kadar dik, Beyrut kadar janti ve Beyrut kadar şantiye. Beyrut, aynı anda cenneti ve cehennemi baş başa kurmak gibi. Beyrut, Beyrut gibi yıkılmaya ve Beyrut gibi kurulmaya devam ediyor.


15 Mayıs 2010 Cumartesi

Geç kalınmış bir randevu; Bourj Hammoud!

Bourj Hammoud'u yalnızca Bourj Hammoud tarif edebilir; Bourj Hammoud, Bourj Hammoud kadar yoksul, Bourj Hammoud kadar zengin, Bourj Hammoud kadar yorgun, Bourj Hammoud kadar dinamik, Bourj Hammoud kadar kaybetmiş, Bourj Hammoud kadar kazanmış, Bourj Hammoud kadar derin.. Bourj Hammoud, hem var hem yok gibi, her saniyesinde bir görünüyor bir kayboluyor gibi.. Bourj Hammoud, Bourj Hammoud gibi.



Sabah zıplarak kalkıyorum yataktan. İçimde tuhaf bir kıpırtı. Kahvaltı bile yapmıyorum. Nasıl olsa orada yaparım, hem zaman kazanmış olurum. Bugün ilk kez Bourj Hammoud’a gideceğim ve koca bir günü semtin tozunu yutarak geçireceğim. Biliyorum, o beni doyurmaya yetecek. Anadolu’da kaybettiğim tüm dostlarımı o mahallede bulacağım. Gözlerine bakacağım; “çok özledim” diyeceğim. Sadece sizler değil, biz geride kalanlar da bir gün olsun unutmadık diyeceğim. Burası 95 yıllık hasretin bir nebze olsun bittiği yer olacak benim için. Burası, nerede olduğunu bilemediğim evimin misafir odası olacak. Kendi evime, konuk olacağım.



1920’li yıllarda bazıları 12 liman değiştirip hiçbir yere kabul edilmeyen gemiler dolusu Kilikya Ermenisinin Beyrut’daki sığınağı oluyor bu semt. Suriye çölleri üzerinden yürüyerek Anadoluyu terkedenler de buraya getiriliyor. Mucize eseri hayatta kalmayı başaranların buluşma yeri burası. Herkesin, kimseninkine benzemeyen bir hikayesi var aslında. Kilikya Ermenileri, Anadoluyu terketmek zorunda bırakılan son büyük koloni. Güney’de yaşamaları sebebiyle (fazla “risk” unsuru taşımadıkları için) 1915’in kanlı ortamından kısmen canlarını kurtarabilmişler. O zamanlar yerleştirildikleri bu mahalle Lübnan’ın en eski mülteci kamplarından birisi aynı zamanda. Diğer ülkelerden farklı olarak, Beyrut’da “kamp” denilen alanlar, bir süre sonra yerleşim yerlerine dönüşüyor. Yani kamp başka, yerleşim yeri başka bir arazide değil. Zaten kentin coğrafi olarak böyle bir lüksü yok. Semtler kampların içerisinden büyüyor. O yıllarda Mısır Ermenileri tarafından Kilikya Ermenilerinin sığınması için Beyrut’un kıyısında satın alınan bu boş arazi üzerinde de şimdi koskocaman bir semt yükseliyor. İçerisinden Anadolu yükseliyor adeta. Bir zamanlar Filistin kamplarını anımsatan görüntüsünden çok az şey kalmış. Bu coğrafyada üç nesil, kendisine “hatırlamak” üzerine bir hayat kurmuş. Zenginleşenler terketmiş fakat 95 yıldır aralarına kimseyi sokmamışlar. İşte o günden beri Bourj Hammoud, Anadolunun en büyük dejavusu Ortadoğu’da. O ana kadar bildiklerim bunlardan ibaret...



Otelden hızla ayrılıp, yürüyerek Charles Helou’ya çıkıyorum. Apar topar bir taksi çeviriyorum. Geç kalınmış bir flörte yetişme heyecanıyla “Bourj Hammoud!” diyorum. Bu benim en özel randevum. Ne işi var bunun orada der gibi gülüyor yaşlı gözlerle, tamam gel diyor. Yaşlı taksici Ermeni. Yolda kısa bir sohbet, Fransız aksanıyla İngilizce;

Gezmeye mi gidiyorsun Bourj Hammoud’a?
Ziyarete gidiyorum. (brothers olarak) Kardeşlerimi görmeye.
Nerede oturuyor kardeşin?
Merkezde, Maraş mahallesinde.
Maraş büyük mahalle, tam olarak neresine gidiyorsun?
Bilmiyorum...
Kardeşin kim?
Hepsi kardeşim.

(Dikiz aynasından tipolojimi dikizliyor ve susuyor) Köprüyü geçip mahalleye girerken bir hamleyle elini kaldırıyor, “bak işte bu gördüğün heryer Bourj Hammoud”, “Welcome to Bourj Hammoud!” İlk bakışta semtin silüetini konik kubbeli kiliseler belirliyor. Gözlerimi kısarak karşımdaki panoramayı inceliyorum. Taksici biraz kafası karışmış olarak tekrar bana dönüyor;

Nerede inmek istersin?
Bilmiyorum... Maraş’ta, Adana’da, Hatay’da! En merkez hangi mahalle? Orada inmek isterim...
Nereden geldin sen?
İstanbul’dan geldim.
Türkiye’den?
İstanbuldan!
Ermeni misin?
(Kafamı vurdumduymaz biçimde sağa sola sallayarak) Şöyle böyle.
Türk müsün?
(Kafamı vurdumduymaz biçimde sağa sola sallayarak) Şöyle böyle.
(Aradığı “net” yanıtı alamayınca gülümsüyor)



Bu ilk diyaloğa verdiğim refleks, o gün ve sonraki günlerdeki Bourj Hammoud deneyimim boyunca kimliğime dair sorulan keskin ve meraklı sorulara vereceğim yanıtın prototipini oluşturuyor. Ne onlardan birisi, ne de onlardan olmayan birisi olmak istiyorum. Mesafeyi korumak istiyorum. Mesafemizi kaybettirecek hiçbir keskinliğin ilişkimizin arasına girmesini istemiyorum. Onlar gerçekte ne kadar melezse, benim de o kadar melez olduğumu hissetsinler istiyorum. Onlar Anadoluyu ne kadar yitirdiyse, benim de o kadar yitirdiğimi anlasınlar istiyorum. “İstanbul” ve “şöyle böyle” beni çok iyi tanımlıyor. Çünkü orası da “Beyrut” ve “şöyle böyle” işte... Kişisel yaşam tarihime dair detayları, Agos’ta yazdığımı, Aras’tan bir kitabım olduğunu ya da Türkiye’de Ermeni Soykırımı konusundaki pozisyonumu bilmelerini asla istemiyorum. Derdim kimseye şirin görünmekle değil. Kahraman olmak ya da bağra basılmak hiç istemiyorum. Biraz kafaları karışsın istiyorum. Onları çok özlediğimi bilsinler yeter istiyorum. Oralardan birilerinin hasretlik çektiğini hissetsinler istiyorum. Yanlızca dokunmak istiyorum belki, çünkü yanlızca çok özledim. Buradaki misyonum bu. Beyrut’un genelinde mevcut olan turist komisyonundan dolayı zaten hayli yüksek olduğunu bilsemde taksiciye tarifenin iki katı para verip üstünü almıyorum. Yaşlı adam çok seviniyor. İnerken son kez arkamdan bağırıyor; “Welcome to Bourj Hammoud!”



Ve önümde koskoca bir mahalle, istisnasız herkes Ermeni. Büyük çoğunluğu yoksul.. Bu mahalle, soykırım sonrasının nasıl birşey olduğuna dair belki de en önemli temsiliyet mekanı yeryüzünde. 95 senedir, işte tam burada bekliyor namı değer Bourj Hammoud. Nereden mi alıyor bu büyük namını? 1915 sonrası hayatta kalan Ermenilerin yalnızca Lübnan’da değil, tüm Orta Doğu’da en yoğun yaşadığı mahalle olmasından. Dünyaki Ermeni diasporasının aksine, bu mahallede hala büyük çoğunluğun muhafazakar Taşnak Partisine oy vermesinden. Bir zamanlar, Asala’ya en çok gencin bu mahallenin sokaklarından yetişmiş olmasından. Beyrut’u ziyaret eden Türk diplomat ve iş adamlarını protesto eden kalabalıkların bu mahalleden çıkmasından. Ve daha sayısız “radikal” niteliğinden dolayı hem namı değer, hem de namı diğer bir diyar Bourj Hammoud. Diaspora lafını duyunca tüyleri diken diken olanlara, gülün dikeninin batacağı yer burası. Bir Türkiyeli için siyasal olarak en zor, kültürel olarak ise bulunması en kolay noktalardan. Birçokları için hala bir red point. Ancak ben birçokları değilim, tüm rahatlığımla mahalledeyim. Hatta Beyrut’un hiçbir noktasında olmadığım kadar huzurlu bir ruh hali içerisindeyim. Belki de ilk kez, evimdeyim. Evim neresi benim? Sık sık bunu soruyorum orada...



Beyrut’un parizyenliği ne kadar büyük yanılsamaysa, Ermenilerin jantiliği de o kadar büyük yanılsama artık. Ermeni Rönesansı 19. yy da kaldı ve sonrasında, geriye çok az insan kaldı... Efsanelerden hatırladığımız o zengin Ermeniler, tam olarak bu Ermeniler değil. Torunların nasıl yoksullaştı(rıldı)ğını en güzel gözlemleyebileceğiniz yer burası. Kafanızdaki Ermeni imgesini bir çırpıda allak bullak edebilir. Mahalleye hala günde dört saat elektirik verilmiyor. Su bulmak zaman zaman çok büyük problem. Kuşkusuz şu anki koşullar geçmişe oranla çok daha iyi olsa da, yine de hakim pozisyon mağduriyet üzerine kurulu. Diğer taraftan, Beyrut’un çok daha eski yerleşikleri olan Katolik Ermeniler zaten bu mahallede yaşamıyor. Yine birçok Kilikya Ermenisi zenginleştikten sonra dağ köyleri denilen hayli pahalı ve şık semtlere taşınmış. Orada Maruniler ile birlikte yaşamayı tercih etmişler. Ve bir zamanlar Bourj Hammoudlu olan sayısız insan bugün Avrupa ve Amerika’nın çeşitli ülkelerine dağılmış durumda. Bu nedenleki Bourj Hammoud‘u Beyrutlu Ermenilerin prototipi olarak kurgulamak dahi sorunlu olur. Ancak temsil ettiği pozisyon, soykırım sonrasının nasıl birşey olduğuna dair çok önemli veriler içeriyor. Hatta tüm dünya da, bunun bu kadar açık yaşandığı bir açık hava laboratuvarı bulmak sanıyorum artık güç.



Bourj Hammoud'da tüm Ermeniler 95 yaşında doğuyor. Herkes 95 +... yaşıyla yaşıyor. Yolda gördüğünüz bebeğin yaşını dahi, bir + 95 koyup öyle hesab edin siz. Geçmiş adına herşey çok taze. Geçmiş, aktarım yoluyla gelecek kuşakların üzerine eklemlenerek yaşatılıyor. Mahalledeki yaşam koşullarının getirdiği gündelik aksilikler dahi o günlere bağlanabiliyor. Çok sıradan bir diyalog esnasında aniden “Anadolu’da kalsaydık en azından elektiriğimiz olurdu, bak su bile yok, sana bir fincan kahve ikram edemiyorum...” yanıtını alabiliyorsunuz. Bir anda delik deşik olabiliyorsunuz. Mahallede çok sık duyabileceğiniz bir yakınma ve hatırlama biçimi bu. Yer yer sizi utanmak zorunda birakıyor, yer yer başınızı önünüze eğiyorsunuz. Öyle bir anda af dilemek ne kadar işe yarar? Daha pragmatist bir yöntem kurgulayıp para bırakıyorum, 5 lira denilen şeye 20 lira verip üstünü kabul etmiyorum. Yanlış anlaşılmasın, bu kesinlikle "acımakla" ilgili değil, aksine borçlu hissetmekle ilgili. Armağan, bir biçimde affım oluyor. Bunu benim değil, devletlerin yapması gerekir biliyorum ama o anlık gücüm ne kadarına yetiyorsa, o kadarım... Vicdani bir büyük muhasebe bu, defter hayli kabarık. Referansını sıkı sıkıya bağlı olduğu köklerinden, deneyimini yersiz yurtsuzluktan alıyor. Empati kurulması çok güç bir özlem. Aslında çokta uzak değil bana, karşı hikaye kısmen kendi hayatımda. Daha fazla Ermeni kalsaydı, bizler de evlerimizde kalırdık. Artin kaylsaydı, belki ben de kalırdım... Bu, hepimizi bir köşede kör sakat bırakan bir travma.

Mahallede konuştuğum herkes Hrant Dink'i tanıyor. İstanbul'dan geldigimi duyar duymaz sordukları ilk soru çoğu kez bu yönde oluyor. Uzun yıllar hayaletiyle yaşamaya yetindikleri Türkiye hakkında kafalarındaki en güncel bilgi bu. Davanın gidişatı üzerine bir bakkal ya da bir manav ile oturup yarım saat konuşabilirsiniz. Çünkü orada yayınlanan gazeteler bu gündemi sürekli sıcak tutuyor. Bunun dışında Türkiye Ermeni toplumunda neler olup bitiyor, Türkiye Ermenileri kimdir, nasıl yaşarlar ya da genel olarak Türkiye de insanlar nasıl yaşarlar, ne yaparlar, ne yerler, ne içerler konusunda zihinler çok boş. Yalnızca birkaç kişi, Türkiye'nin çok zengin bir ülke olduğu konusunda fikir beyan etti. Bu da tümden önyargı. Türkiye, hayalet bir coğrafya buradakiler için. Türkçe müzik dinlemek ya da bakkallarda Türkiye'den gelen ürünlerin satılması dışında sanıldığı gibi (ya da benim tahmin ettiğim gibi diyelim) interaktif bir bağlantı içerisinde değiller. Türkiye'de insanlar Bourj Hammoud hakkında ne biliyorlarsa, Bourj Hammoud'da da insanlar Türkiye hakkında o kadarını biliyor işte. Ancak merak eşiği çok yüksek. Sokakta hangi insanı çevirip Türkiye hakkında birşeyler anlatsanız, bu sohbete kayıtsız kalmayacağı kesin. Bir biçimde bilgiden yoksun haldeler, bu durum kimin işine yarıyor bilinmez... Fakat Türkiye ile pozitif anlamda en yakın ilişki kurması gereken noktalardan birisi burası. Son dönemde çok daha fazla şey öğrendiklerini ve bu durumun aslında Türkiye'yi biraz olsun tanımış halleri olduğunu sonradan başka bir arkadaşımdan öğreniyorum. Yakınlık, hatta aynıdanlık ama uzaklık böyle birşey olsa gerek diye düşünüyorum. Birbirinden haberdar olmadan dünyanın farklı noktalarında aynı hayatları sürmek, aynı şehirleri kurmak, aynı sokakları paylaşmak böyle birşey olsa gerek...



Beyrut’un genelinde olmadığı kadar ciddi bir sosyolojik dinamiği var mahallenin. Bu dinamik konservatif yaşam biçiminden besleniyor. Komşuluk birimi hayli geçerli ve önemli. Etrafınızdan geçen herkes sağlı sollu dizilen dükkanların en az birkaçına "parev" diyerek ilerliyor. Araplardan farklı bir toplumsal yapının içerisinde olduğunuzu ve Beyrut’un genelindeki paranoyak havanın yanında burada hayli içtenlikli güven ilişkileri olduğunu kolaylıkla anlıyorsunuz. Ayrıca burası muhafazakarda olsa demokratik bir mahalle. Aynı sokağı paylaşan insanlar arasında çok büyük uçurumlar yok. Beyrut'un genelinde sizi dehşete düşüren sınıfsal adaletsizlik yok. Evet kimse çok zengin değil ve burası Amerika'da olsa muhtemelen getto olarak algılanırdı. Fakat birkaç nokta hariç kimse de kimseden farklı değil, bu durum sokağın havasına pozitif etki ediyor. Çoğu insan güler yüzlü hatta gereğinden fazla neşeli. Bazı dükkanlardan kahkahalar atarak çıkıyorum. Tipolojisi ve kılık kıyafeti gereği herkes Anadolulu. Yaşlılarda bunu gözlemlemek çok daha kolay. Al o altı köşe şapkalı kapı önünde tavla zarı atıp tesbih çeken iki ihtiyarı, yapıştır bir Hatay fotoğrafına. Hiç sırıtmaz, kimse buna kolaj demez, diyemez! Kolaj olan yer burası. Tam bu mahalle, 95 senedir Beyrut’un kıyısına kesilip yapıştırılmış olarak bekliyor ve tüm detaylarında bunu tokat gibi yüzünüze çarpıyor; “Beyrut'a bile inat ediyor; ben buraya ait değilim ve hiçbir zaman olmayacağım, çünkü benim bir evim var!” diyor... Her noktası şakır şakır konuşuyor. Mahalle benimle konuşuyor, camdaki perdenin motifi konuşuyor, ben mahalle ile konuşuyorum, köşedeki kunduracının yaptığı ayakkabılar konuşuyor, mahalle birbiri ile konuşuyor, karşımdaki kilisenin mimarisi konuşuyor, yanımdan geçen kadının saç modeli konuşuyor... Kültürel kodlarla yüklenmiş semboller dünyası, beni kendi yaşamımla yüzleştiriyor. Böylesi bir semiyolojik bağ ile daha önce hiçbir yerde karşılaşmadım. Herşey benim adıma, hepsi beni konuşuyor. Bourj Hammoud, yanlızca Anadolu'dan bahsediyor.



Türkiye’den geliyor olmanın bu kadar sorunsuz olması beni hiç şaşırtmıyor. Her diyalog sonrasında içimden “biliyordum” diyorum, gayet tabi biliyorum... Hatta adım kadar emindim. Burası yanlız gidilmesi gereken bir mahalle. Yanlızlık kadar büyük bir güvenlik kalkanı yok bu mahallede. Yalnızlık kadar çıplak bir samimiyet önermesi yok. Gördüğüm tüm dükkanlara kafamı sokuyorum, İstanbul’dan geldim diyorum, çok özledim diyorum, balkonlardaki herkese gülümsüyorum, bir köşeden Safiye Ayla duyuluyor, bir köşeden “sene de bir gün...” Maraş Eczanesi, Adana Bakkaliyesi, Hatay Manavı, Kilikya Butik, Arax Kuaför... Biraz Kumkapı, biraz Tahtakale...

Evimizin bir yeri olmayabilir ama biliyorumki o evin kurgusu coğrafyalara indirgenemeyecek kadar sağlamdır. Gittiği heryerde baştan kurulabilir... Bu hiyerarşinin başında evlerimiz var ve evlerimizi kimse yıkamaz. Oradan kovarlarsa, Arap çöllerinde buluşuruz. Sevgililer buluşma yerlerini içgüdüsel olarak bilirler. Sevgililer randevularına içgüdüsel olarak erken ya da geç giderler. Sevgililer aslında saatini hiç şaşmaz, dünya saatini şaşabilir. Böylesi bir randevuya kimse geç kalmaz. Sevgililik mertebesi her kültüre kısmet olmaz. Bizi bizden ayıranlar utansın.

İlk günün şaşkınlığının ardından o sokaklarda ne Türkiyeliliğim aklıma geliyor, ne de mahallenin Ermeniliği. Oh işte bu! İşte hepsi bu! Mahalle “gerçek” olup çıkıyor içimden. Nihayet evimdeyim, 95 sene önce kaybettiğim sokağımdayım, o sokağın nerede olduğunun hiçbir önemi yok artık. İçerisi evim. Orası “biz”e dair olan yer ve “biz” bunların hepsinden daha yüksek bir aşk yaşıyoruz. Bizim ruhlarımız aynı ruh, üzerine şiirler yazdığımız şehirler aynı şehirler, bizler ölünce aynı cennetlere gidiyoruz, aynı efsanelere inanıyoruz, aynı şeytanlardan korkuyoruz. Biz kollektif hafızayız. Eninde sonunda biz, biziz. Nerede olursak olalım, üzerinden kaç yıl geçmiş olursa olsun. Sevgililer, intikam ateşiyle yanıp tutuşurken dahi birbirlerinin güzel yüzlerini gördüklerinde aniden yumuşayıp sevişmeye başlayabilirler.



Antakya Kampı

İstanbul'dan giderken Bourj Hammoud diye bir mahalle olduğunu biliyordum ama o mahallenin kıyısında hala bir Ermeni kampı olduğundan habersizdim. Beyrutlu Ermenilerin, Filistinliler gibi kamp hayatı sürmek zorunda kaldıklarıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu doğrusu. Belli ki bana kimse buradan bahsetmek istememişti. Bunu mahallede aniden Vahak'tan öğrendim;

- Hala bir kamp var biliyor musun?
- Nasıl?
- Hatay'ın Türkiye topraklarına katılmasından sonra, son gelenler onlar... Hala hayatlarını kuramadılar, burada kamptalar. 70 yıldır bekliyorlar. Eskiden tüm Bourj Hammoud burası gibiymiş, ben sık sık ziyaret ederim.
- Nerede o kamp?
- Mahallenin biraz dışında, kenarda kalıyor, şu tarafta.
- Beni oraya götürür müsün?
- Olur... (biraz düşünüyor) Ancak oraya gidince Türkçe konuşmayalım lütfen, hepsi Türkçe anlıyorlar. Çok özür dilerim böyle söylediğim için ama İngilizce konuşsak daha iyi.
- Olur...

Ve karşımızda barakardan oluşan dev bir yığın. Bir tür höyük gibi. Yer yer yıkılmış, yıkılanın üzerine tekrar yapılmış, derken tekrar yıkılmış. Burada kışlar çok zor geçermiş... Kampın köşesinden kıyısından iki kare fotoğraf çekiyorum, sonra "napıyorum?" diyorum, saçmalıyorum! Sadece şoktayım, hiç gerek yok. Vahak'ta böyle bir ortamın fotoğraflanmasını doğru bulmuyor. Burada istisnasız herkes Hataylı. Herkes aynı kentin mağduru. Kampın içerisine dalıyoruz. Girdik gireceğiz derken kendimi orta yerde buluveriyorum. Bir tür Labirent gibi. Sizi aniden içine alıyor, sonra nefes almak zorlaşmaya başlıyor. En fazla iki metre genişliğindeki daracık sokaklarda, kapıların önünde bekleşen kadınlar, adamlar ve çocukların arasından ilerliyoruz. Bir kadının kucağında bebeği... Yine o iki ihtiyar. Bu ihtiyarların hepsi aynılar, yine tavla oynuyorlar. Bir diğeri evden saydığı barakanın camında menekşe suluyor. Menekşenin yapraklarına hayat veriyor. Burası ülkelerin bittiği yer benim için. Burası, o büyük bedelin hala ödenmekte olduğu yer. Burası çırılçıplak. Evlerin önünden geçerken titreyen bir sesle "parev" diyorum. Hepsi bana dönüp "parev" diyorlar. Ne zormuş meğerse "parev" demek... Kısa süre sonra otokontorülümü kaybediyorum. Vahak'a fısıldıyorum, lütfen çıkalım buradan, çıkışı yok mu bunun, lütfen...

4 Mayıs 2010 Salı

État d’âmes, une génération hors d’elle



video by: dara dolunay

biriktirilmiş atık organ

bazen hepsini unutmaktan korkuyorum bir köşede. seviyorum aslında çok, hatırladıkça. hatırladığım kadarıyla, aylar sürmüştü. hacimsel olarak daha avantajlı olduğu için önce izmaritler birikti. küllerin yığılması çok daha uzun, galiba bir seneye yayılan bir sürece dağıldı. hayatıma dair biriktilmiş - biriktirilmeye değer bulunmuş - tek atık yığını bu. onları biriktirdikten uzun süre sonra başka başka şeylere göz attım. onları başka başka şeylere düğümledim, geri çözdüm. bunların hiçbir önemi yok. altına data iliştirmek için değil, aklıma geldiği için, biraz da bulduğuma sevindiğim için paylaşıyorum bu fotoğrafı. evin karanlık bir köşesinde bekliyor bu kavanozlar, tozlular, ve onlardan daha fazla bahsetmeyi gerekli görmüyorum.

Metafizik Dünyanın Metalaşması / Ali Akay'dan Pınar Selek Üzerine..


Pınar Selek benim eski bir öğrencimdir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne sonradan gelmişti ve sınıftaki dikkati, ilgisiyle dikkatimi çeken bir ögrenci olmuştu. O yıllarda Fransız “yapılsalcılık-sonrası’’ düşüncesi içinde Michel Foucault ve Gilles Deleuze üzerine yapmış olduğum derslere katılmıştı. Her derse gelen, dikkatli ve yerinde sorular soran bir öğrenciydi. Parlak bir zekası ve biraz da melankolik bir bakışı vardı. Bu hâlâ sürmektedir sanırım.

Onu en son gördüğümde Deleuze kolokyumunu düzenlemekteydim. Dinleyici olarak gelmişti ve bana sarılarak “çok uzun zamandan beri sizi dinleyemedim, burada olmaktan memnunum” gibisinden bir şeyler söylemişti. Melankolik duygusallığı onu ilk gördüğüm zamanlardaki gibi, değişmemişti.

Her zaman duyarlı biri olduğunu kendi yüzünde dışa vurmaktaydı. Soruları hümanizm üzerine odaklanmaktaydı. Özellikle dışlanmışlar, ezilmişler, kabul görmemişler onun ilgisini çekmekteydi. Demokrasi için hüzünlü bir eylemciliği olduğunu sonradan gelip benimle konuşmaya başlamasıyla öğrenmiş oldum.

O yıllarda, yanlış hatırlamıyorsam 1990’lı yılların sonlarında Beyoğlu civarlarında küçük tinerci çocuklarla ilgilenmekteydi. Onların “zavallılığına” gönül vermişti. Onlarla birlikte kalıyor, onlara anti-kapitalist etika aşılıyordu. Para çalan çocuklara paranın kirliliğini anlatmaktaydı. Marx’ın Grundrisse’deki “para ve sermaye-metalaşma” ilişkisini ve Simmel’in Marx okumalarından yola çıkarak geliştirmiş olduğu “Para Felsefesini”, sosyal metafiziği dikkatlice içselleştirmiş görünmekteydi. Simmel’in “metafizik sosyoloji” olarak adlandırılabilinen, sosyolojik olduğu kadar psikolojik ve metafizik yaklaşımının refleksiyonunu içinde barındırmaktaydı.

‘Paranın genelleştirilmiş teorisi’nin, kelimenin kökeninde yatan “görselliği” barındırıyor olması, aslında, Pınar Selek’in inandığı sosyolojinin de içinde yaşanırken, pratikte her türlü “görselliği taşıyan bir sosyoloji” olması ilginç bir veri olarak karşımızda durmaktadır. Hayatın tümüne yaslanan ve de felsefi olarak ‘bakışı’ ortaya koyan yaklaşımıyla Marksist, Weberci ve Simmelci para analizinin arkasındaki metafizik “dünyanın entelektüel algılanmasına” yol açan bir hayat görüşünü ortaya koymaktaydı. Simmel’in dünyasında olduğu gibi hayatı kendi gerçekliği içinde algılamaktansa estetik ve imajlaşan bir modelde ele almak, aynı zamanda ütopyayı da içine barındıran bir yaklaşımdır ve Pınar Selek’in hümanizması kendi içinde her zaman bir inanç ütopyasını taşımıştır, diye düşünmekteyim. Weltbild yerine bir çeşit Umbildung olarak Almanların ele aldığı ve özellikle Georg Simmel’in sosyolojisi ‘bakış’ ile daha çok alakalı durmaktadır. Optik anlayış ile karışan dioptrik ‘bakış’ değişik açılardan bakışları birleştiren bir foküs olarak düşüncedeki dinamizmi oluşturmaktaydı. Bu bir ilişkisellik anlamına gelmektedir. Görsel olan ile anlamsal olan arasındaki ilişki, Aristotelesci anlamda bir “dynamis” meydana getirir. Pınar Selek bu anlamda dinamik bir sosyolojinin içinde görmektedir kendi çalışmalarını.

Pınar Selek’in “sosyolojik tecrübeye” atfettiği önemle birlikte “dünyayı bir imaj” olarak algılama süreci başlamış oldu. Tinerci çocuklara para yaktırmakta olduğunu anlatmıştı bana. Bu da beni, tabii ki çok etkilemişti. Onlar para çalıyorlar ve akşama Pınar Selek onlara paranın çirkinliğini anlatarak, paraları yakmayı öneriyordu. Onlara insanın hayatında alabileceği en büyük “anti-kapitalist” derslerden birisini veriyordu. Paranın değer olarak göreliliğini onlara anlatırken, aynı zamanda dinamik olarak potansiyel değerinin önemini toplumdaki değer olarak var olan paranın değeri karşısında görecelileştirmektedir. Paranın göreli değeri ile anlam değeri arasındaki ayrım, bu anlamda, Pınar Selek’in “metafizik dünyasını” materyalleşmeye doğru yönlendirmektedir.

Paranın “anlamının boşluğu” paranın materyal dünyadaki değerinin oluşmasındaki aracısı olarak görebileceğimiz para ile tinercilerin ilişkisi bize gösterdiğinde, onun para formuna ekleyebildiği onca yeni içerik zenginliğinin çeşitliliğini anlamaya başlayabiliriz. Para anlam değil, form olarak kullanımdadır; bu nedenle de formun içeriğinin değiştirilmesi aynı zamanda paraya ve dünyaya bakışı da değiştirmeye başlayacaktır. Değişebilirlik ilkesi paranın potansiyel gücünün sayesinde borsa içinde, o halde, anlam kazanmaya başlar. Yani paranın dynamis’i sonsuzcasına olan potansiyellerin dağıtımı ve değişimi için anlam yaratacaktır.

Pınar Selek, kendi dinamizmi içinde potansiyel olarak paranın dynamis’ini yaşayarak, tinercilerle bu yeni potansiyel yaşam biçimlerine bakışı yaratmaya çalışmıştır.

Değişik dışlanmışların demokrasi içinde yeri olmayanların içinden geçen duyarlılığı onu paranın kirliliğine doğru yöneltmiş olduğu gibi, haksızlıklara da duygusal olduğu kadar rasyonel bir karşı çıkışı da dışa vurmaktaydı. Sosyolojinin, Durkheim ve Mauss çizgisinden geçen psikolojiyi dışlayan hali onu çok tatmin eder durmuyordu. O bakımdan, sosyal bilimler arasındaki disiplinler-arasılığa önem atfetmekteydi. Her şeyden önce duyarlılığının ve inancının verdiği bir güçle, aktif olunduğunda bazı şeyleri değiştireceği kanaatine saplanmıştı ve bu inanç onun bu yaşadığımız dünyaya olan inacı olarak her zaman dinamizminin içinde yaşadığı hayatla birleştirdi onu ve düşüncesini. Aktivistti zaten, eyleme önem vermekteydi. Bunu inandığı fikirlerinde gerçekleştirmek istemekteydi.

Bu sırada gelip benden “Deleuze ve Guattari’nin” göçebe felsefesi için tinerci çocuklara ders anlatmamı talep etti. Ancak hem zamanımın yetersizliğinden hem de tinercilere anlatılacak bir göçebe düşüncenin “pek anlamlı olamayacağından” olsa gerek, ona “zamanımın olmadığını ve de onlara Deleuze düşüncesi anlatmanın, belki de, çok erken olacağını” söylemiştim. O çocuklar, bu yıllarda 10-14 yaşlarındaydılar, sanırım. Sonra benim yüksek lisans derslerime geldi ve Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans çalışmaya başladı. Derslerde, seminerlerde mevcut oluyordu. O, çok ciddi sunumlar yapmaktaydı. Georges Bataille üzerine yaptığı bir çalışmasıyla sınıfta dikkatleri üzerine çektiğini de hatırlıyorum. Bu dönemde, tam da, en parlak olduğu yıllarda bir gün eli kolu tırmıklanmış bir şekilde bana geldi ve ona ne olduğunu sorduğumda “tinerci çocukların yaşlarının büyüdüğünü, ergenleşmenin de getirdiği bir heyecanla” ona saldırdıklarını ve tecavüze yeltendiklerini, onun ise onlarla dövüşerek kendisini koruduğunu anlattığında, rasyonelliğin ve duygusallığın birbirine karıştığı, hayal kırıklığını erken bir dönemde, belki de tekrar yaşamak üzere, yaşadı sanırım.

Bu duyarlılığın Pınar Selek’in ahlaki dünyasını oluşturduğunu zannediyorum. Sosyologun kılıktan kılığa girerek değişik alanlarda araştırmalar yaptığını İstanbul’da Rock Hayatı (Baglam Yayınları, 1995) üzerinde olan kitabımızda yazmıştım. Pınar Selek bu alıntıyı daha sonra travestiler (Maskeler, Süvariler, Gacılar) üzerine kaleme aldığı kitabında alıntıladı. Daha sonraki çalışmalarında da aynı duyarlılığı ve hümanizmayı görmek mümkün. Sürüne Sürüne Erkek Olmak yine aynı şekilde hakim erkeksiliğin ‘zavallılığına’ değinmekte; onu zavallı durumlar araştırma alanına çekmekte, sanki. Eleştirel teori ile birlikte erkek cinselliğinin hegemonyasının etkisizliğini fark eden bir kadın bakışı, burada, yine benzer bir noktada dikkatimizi çekmekte: Askerlik, ölüm deneyimleri, milliyetçiliğin dayanılmaz kırılma noktalarının metafiziği, onun sosyolojisinin dinamiğini oluşturmaktadır, diye düşünüyorum.

Kendisi hümanizmayı içselleştirmiş, araştırma etikasını kendisine şiar edinmiş birisidir. Araştırmacıdır ve de çalışkanlığı sayesinde tek bir alan veya konu üzerinde durmayarak, dışlanmışların dünyasını araştırmaya devam edecektir. Bütün duyarlılığını bu konulara verecek, kılıktan kılığa giren “bin bir maske” gibi sosyolojik anket tekniklerini hayatında tecrübe edecektir; şimdiye kadar hep tecrübe ettiği gibi etikasını insanlık üzerine kuran duygusal birisi olarak takdir kazanacaktır, her zaman onu sevenler tarafından ve de onun desteklediği insanlar ona bazen “kazık atsalar’” bile onun duyarlılığını her zaman akıllarında tutacaklardır.

Önemli olan, bugünkü sıkıntılı durumun, hukuki tuhaflığın bir an evvel geçip, hukuki olarak onu daha özgür kılabilecek, onun araştırma imkanlarının çizgisini devam ederek, değer verdiği dışlanmışlar ve insanlık adına haklarını arayanların üzerine çalışabileceği bir ortamın ona yeniden verilmesidir. Yoksa Türkiye’de çalışkan, duyarlı bir sosyolog araştırma alanını kaybedecek; Türkiye’de, sosyoloji de onun özgün çalışmalarını kaybedecektir. Kayıplar karşılıklı ve ilişkiseldir.

Ali Akay

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir 1 Mayıs Klişesi; Yürüsem Yürüsem Acaba Hangi Kortejle Yürüsem?

1980 sonrasının beton dökülmüş ortamında imitasyon siyasetten içi geçmiş bir kuşağın temel sorunudur 1 Mayıs kortejleri. Temsiliyeti olmayanlara dair bir temsiliyet çıkmazıdır. Bir hafta öncesinden başlayan ciddi bir dahiliyetsizlik ve aidiyetsizlik krizi ile başlar. Gayet tabi gitmeliyim ama nasıl, kiminle, ne için? Bizleri apolitik bulan - topluma ve dünyaya karşı mesafesini kaybetmiş - supermanlerin asla kestiremeyeceği ve empati kuramayacağı bir iç kritik aynı zamanda. Yürümeliyim elbet fakat..? Yürüyecek kimse olmadığı için değil, yürünecek kimse olmadığı için... Yürümenin kendisi başlı başına bir mesele olduğu için. Bu ortamın, buruşuk bir siki avuçlamak dışında hiçbir gerçekçi talebi kalmadığı ve bu mastürbasyonu bir türlü kritik edemediği için. Bu tip toplaşmalar, solun gelişmeci ve dönüştürücü olmanın ayırdına hala varamadığının en güzel kanıtına dönüştüğü için. Prehistorik öncü kitlelerin şehitlerini anmak dışında kendileri adına hiçbir şey yapmadıklarını izlemek için. Bunları görmenin hiçbir orjinal tarafı kalmadığı için. Ve birçokları daha için... Ama yine de gitmeliyim. O gün 1 Mayıs olduğu için. Gerçekten çok değerli bir tarafı var çünkü.

Muhalefetin özellikle 1 Mayıslarda gün yüzüne çıkan türlü modası var... Alı var, moru var, laciverti var, yok ben hepsini yan yana inci gibi dizerim diyeni var, şeker pembesi ruhlu siyahı var. Çoğu kez tayyör etek, pöti kare pantalon kıvamında kalan bu podyum bizim kuşak için bir "sahne" sorunsalıdır. Çünkü sahne, siyasetten çok daha büyük bir kozdur bizim dünyamızda. O nedenle ki 1 Mayıs'ın bizlerin gerçeklik tanımındaki karşılığı fashion show'dur. Vintage ve fashion victim'in tavan yağtığı bir fashion show. Zaman zaman kendinizi 1970'lerin siyasi podyumunda hissedebileceğiniz kadar ciddi bir politik laboratuvar. 1 Mayıs, böyle bakanlar için hem bir yabancılaşma hem de bir araştırma mekanıdır. Kimler yoktur ki bu moda dünyasının en kitlesel podyumunda; kitlesini beşli kortejlere ayırıp hepsine aynı renk bayrakları özenle taşıtıp rap rap yürüten koyu kızıllardan, davul zurna eşliğinde ortası kabak gibi oyulmuş sipralin etrafında halay dönerken kendinden geçen şamaniklere, yeni aldığı çakma ray ban güneş gözlüğü ile caka satan roma parkı lubunyalarından, elindeki türk bayraklarıyla alanı cumhuriyet mitingine çevirmeye çalışan ulusalcılara uzanan büyük bir show. Yan yana dururlar, çoğu kez birbirlerine çok yakın sloganlar atarlar ve birbirlerini tuhaf gözlerle süzerler. Hepsi özgürlük isterler, özgürlük ne demek ise... IBM'de yazılım yapan adamın nedense bir türlü kendisini "bu türden" bir işciden sayıp pankartını hala açamadığı tıkanmış bir geleneğin en tütsülü seremonisidir. O alan, her karışı ayrı ayrı tapulanmış ve kutsanmış bir ibadet mekanı gibidir. Bu açıdan o alan artık gerçek bir kamusal mekan değildir. Kamusal mekanın hayli özerk ve özel mekanlara dönüştüğü bir "parselleme" varyasyonudur burada olup biten şey. Bireysel sınırını koyamayanların, peşine 500 kişiyi takıp ürettikleri kitlesel sınırlar vardır. Bazıları gerçekten çok kalındır.

Böyle bir podyumu tezahür ederken ve "podyumu" hayli ciddiye alırken aklıma takılan türlü soru yanıtsız kalır;

Kimliksizliği temsil edecek bir kortej var mıdır? Dağıtık kimliğin korteje ihtiyacı var mıdır? Bunu bir kürt, bir feminist, bir eşcinsel ve bir aleviyi bak ne güzel saksı gibi yan yana dizdim demekten daha yaratıcı yöntemlerle yapacak bir siyaset kalmış mıdır? Bunu gerçekleştirmenin tek yolu onu tanımsızlaştırmak mıdır? Bu tip kalıtsal ortamlarda manipülasyon ne kadar mümkün ve normaldir? Sene 2010, siyaset gündelik yaşamın hızına ne zaman yetişecektir? Minor politics bu tip alanlarda pratik edilebilir mi? Edilebilir ise şayet, kitle politikasından birey politikasına geçişin resmi nasıl çizilmelidir? Ayrıca bir Mayıs düz bir gündür içeriği gereği... Bu düzlüğün zaman zaman üstesinden gelecek, küçük rampaları çukurları kıvırta kıvırta aşacak bir esneklik söz konusu mudur? Yoksa tek yöntem kitle kompeksi midir? Kortejler bir etten duvar mı yoksa geçirgen, transparan insan toplulukları mı olmalıdır...? Gerçek renklilik sokakta ise eğer, sokaktaki rastlantısallığa açık bir "tanımsız" hareket yaratmanın imkanı var mıdır? Kızıl Ordu sisteminden kalmış bu kutlama yöntemi sokağın gerçek karşılığı değilse, neyin karşılığıdır? Neden kimse meydanda şampanya patlatıp öpüşmez 1 Mayıslarda ve neden yalnızca mesai saatleri içerisinde kutlanır... Bu düzlüğün, karşı çıkıldığı söylenen sistemle gerçekte nasıl bir matematiksel göbek bağı olduğu üzerine hiç mi konuşulamaz? Ve en önemlisi, bu gün mevcut modele eklemlenmek - ayak uydurmak - dışında o güne katkı sağlamak yönünde aktive etmek isteyenlerin akibeti ne olacaktır?

Tüm bu nedenlerden dolayı mevcut seremoni bir 1 Mayıs değil, daha çok bir 1 Mayıs ironisi gibi gelir bana. Bu ironiyi farklı açılardan da yüceltmenin zamanı neredeyse geldi gibi. Artık devlet de izin verdi, yani çatışma yok, patırtı yok, gürültü yok, barikat aşıp meydana çıkmanın hiçbir orjinal ve orgazm edici tarafı yok. Meydan "vadedilmiş kutsal topraklar" gibi bir yer değil ve zaten meydan sensin artık. Şimdi onu nasıl kullanacağını düşünmenin zamanı. Gelecek 1 Mayısların Taksim Meydan'da düzenlenen halk konserinden bir farkı olacak mı, olmayacak mı? Mesele bundan ibaret. Mesele küçük çatlaklar yaratma meselesi. Başka bir ciddi mesele de göremiyorum bu memlekette... Tapındığımız modelleri ve varoluş yöntemlerimizi de sorgulayabilelim yeter.










Ve nihayet kendime bir "ara yer" buldum; Yoldaş Pançuni Topluluğu! Bu seneki 1 Mayıs'ın kendisine bir ad koymayan tek topluluğu... Bir yazınsal kahraman olarak Yoldaş Pançuni beni bağlar. Onun "var ile yok" arasındaki geçirgenliği meydanın hiper rasyonalist olduğunu düşünen yanılsamasını kırar. Gerçeği onlara haykırır; gerçek zaman zaman oyuna dönmektir! Yanılsamayı, yanılsatmayla sorulamak değerlidir... Gelecek 1 Mayıs'ta; "Diaspora burada, halkı nerede?" sloganı atmak üzere.

Ayrıca SEX WORK daima IS WORK!