24 Mart 2010 Çarşamba

‘Ruh Halleri: Çığrından çıkmış bir nesil’


Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde Fransa'da Turkiye Mevsimi

Fransa'da Türkiye Mevsimi’nin son büyük güncel sanat sergisine ev sahipliği yapan Paris Güzel Sanatlar Akademisi (Ecole Nationale Superieure des Beaux-Arts), ülkemizin güzel sanatlar eğitim sistemini derinden etkilemiş köklü bir eğitim ve sanat kurumu. Küratörlüğünü Paris’te yaşayan sanat tarihçisi Yekhan Pınarligil’in üstlendiği ‘Ruh Halleri: Çığrından çıkmış bir nesil’ sergisi, Türkiye’den yeni nesil sanatçıların yapıtlarına yer vererek bir kuşağın sanatçılarının içinde yaşadıkları toplumun dogmalarını ve sınırlarını sorgulama, hali hazırdaki denetim, düzenleme ve evcilleştirme mekanizmalarını rahatsız etme kapasitesini ön plana çıkarmaya çalışıyor. Bu yapıtların gündeme getirdiği estetik, sanatsal, siyasal ve sosyal sorunlar, belirli bir coğrafyaya, Türkiye’ye ait olsa da, sunuldukları Fransız toplumunda da önemli bir yankı bulması bekleniyor.

Türkiye’den Nevin Aladağ, Extramücadele, Nilbar Güreş, Berat Işık, Bengü Karaduman, Ahmet Öğüt, Şener Özmen, CANAN, Tayfun Serttaş, Erinç Seymen, Cengiz Tekin, İrem Tok, Vahit Tuna ve Deniz Ünal’ın birden fazla çalışmasını sunacak sergi için audio-rehber biçiminde değişik bir sesli yapıt da özel olarak sipariş edildi. Aurélie Gelade ve Coralie Maurin, Türkiye’deki araştırmalarıyla sergideki bazı çalışmalar için, ilhamını çalışmanın kendisinden ve sanatçısıyla yapılan görüşmelerden alan bir ses bandı tasarladı. Böylece, izleyiciye sergiyi farklı bir şekilde okuma ve kavrama olanağı sunulacak.

Türkiye’de son dönemde üretilmiş elliden fazla sanat yapıtına yer veren bu kapsamlı serginin mekan tasarımını Akademi’nin sergiler küratörü Eric Feloneau, danismanligi Christine Van Assche, sanatsal koordinasyonunu ise Çelenk Bafra yürüttü. Yekhan Pinarligil'in kuratorlugunde ‘Çığrından çıkmış bir neslin’ ruh hallerini ortaya koyan bu yapıtlar, 31 Mart-9 Mayıs arasında Paris’te görülebilir.

www.ensba.fr
www.saisondelaturquie.fr

23 Mart 2010 Salı

Kürşat Kahramanoğlu’nun “Ermeni Diasporası” başlıklı yazısına yanıtım;

Nereden doğru yazdığını, kime doğru yazdığını pek kestirememekle birlikte Birgün ve Kaos GL’den öngördüğüm kadarıyla Kürşat Kahramanoğlu merkezin dışında bir yazardı. En azından “emir komuta zinciri” ile bir göbek bağı yoktu diye hatırlarım. Ta ki, Ermeni Diasporası isimli “tespitlerle” yüklü yazısını okuyana kadar! Bir yalnışlık yok, aynı Kürşat Kahramanoğlu. Konu eşcinsellik olunca patır patır dökülen İslamcı insan hakları aktivistleri gibi, konu Ermeni Diasporası olunca bir güzel açıyor bayramlık ağzını. Kısaca özetleyeyim; Kürşat Kahramanoğlu biraz da mevcut günlemle olan ilişkisinden olsa gerek Ermeni Diasporası üzerine de yazmak istemiş. Önce bir dizi toplumsal genelleme üzerinden hayli turistik tespitlerde bulunup, ardından birkaç kişisel deneyimi üzerinden diaspora denen güruhun ne korkunç bir topluluk olduğunu öne sürüp, sonra da çok beklendik biçimde argümanını Hrant Dink ile güçlendirip çekilmiş aradan. Birgün’de, sayfanın sağ alt köşesinden Hrant Dink gökyüzüne bakıyor, martı izliyor, linkin altında “tüm yazıları” yazıyor. Belli ki hiç okumamış ya da canı istediği gibi okumuş. Neyse, sonuçta o da sözünü söylemiş! Kürdün ölüsü makbuldür aman dirisinden uzak durun derler ya aynı mantık. Ermeninin yerlisi ve Ermanistanlısı makbüldür, aman diasporasına – kendini çok belli edenine - dikkat edin demiş! Buradan doğru, bize doğru, diasporaya karşı söylemiş... Bir akıl - fikir dersi vermiş okuyucularına kendince, kendi “yüksek” öngörülerinden doğru.

Peki kimdir bu yeşil renkli diaspora denilen yaratıklar?

Yurdum faşistlerinin “diyaspore, diyaspore!” diye korkulu rüyalarını süsyelen bu adamlar Sivaslıdır, İzmirlidir, Karslıdır, Vanlıdır, Diyarbakırlıdır... Köyünü, kentini, evini, işini, çok değil birkaç sene sonra geri dönmek vaadi ile terketmek zorunda bırakılıp, en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti sonrası çıkan yasalarla geçici sanılan bir sürgünü edebiyete dek yaşamaya mahkum olan “kayıp T.C vatandaşlarıdır”. İşte o sürgünler diaspora olup, ucuz iş gücü olup, sömürü nesnesi olup kalmıştır dünyanın başına. Kürşat beyin de belirttiği gibi, Güney Amerika’dan Kuzey Avrupa’ya, Kanada’dan Orta Doğu’ya kadar uzanan bir haritanın her yerinde bu yeşil renkli tuhaf işçilerden görmek mümkündür o yıllarda. Gayet tabi dertleri yalnızca Osmanlı İmparatorluğu ile sınırlı değildir. Lakin ikinci büyük darbeyi Türkiye Cumhuriyeti’nin getirdiği red yasarıyla yaşamışlardır. Kovulmaktan beteri, varlıkları dahi inkar edilmiştir. Bu yeni devlet yalnızca yüzbinlerce insanın toprağına ve mal varlığına el koymakla kalmamış, bir önceki devletin maruz bıraktığı tüm acıların da üzerini silmenin gayretine adamıştır kendisini. Kürşat Bey pek anlamak istemese de, T.C hükümeti de en az bir önceki devlet kadar sorumluluk sahibidir bu süreçte. Hatta konu inkar ve red olduğunda, bu günün koşullarında dahi ne kadar cengaver olduğunu anlatmaya ayrıca gerek yok sanıyorum. Bu "banal" meselenin bu kadar uzaması ve şimdiki kuşaklara intikal etmesi de, diasporadan değil, T.C hükümetlerinin tutumundan kaynaklanmaktadır.

Kürşat beyinde yazısında belirttiği gibi özellikle ikinci jenerasyondan sonra dünyaya gelenler iyice azmıştır! E haliyle Kürşat Bey. İlk kuşaklar ellerinde bir tahta bavulla zanaati, sanatı, doktorluğu, kimyagerliği ülkelerinde bırakıp gelecek nesillerini yaşatabilmek için Avrupanın çişli kanallarında lağım işçiliği yaparken pek fazla lobi yapamamıştır. Gayet tabi, bu ilk kuşakların travması, sessizliği ve yorgunluğu, onlara göre çok daha konforlu hayatlar süren ikinci ve üçüncü jenerasyonun öfkesine dönüşmüştür. Gayet tabi, o genç jenerasyonlar, terzi analarının ev temizliğinden, doktor babalarının lağım temizliğinden kazandığı paralarla büyümüştür. Gayet tabi, o soğuk memleketlerde maruz kalınan asimilasyonlara direnebilmek için tutunacak son şey olan eski kültürlerine bağlanmıştır bu insanlar. Gayet tabi, “ninelerinin beni doğduğum toprağa gömün” vasiyetlerini dahi yerine getirememenin azabını çekmişler, sonrasında bir avuç toprağı dahi taşıyamamışlardır. Buna benzer sonsuz nedenle tahmin edersiniz ki sonraki kuşakların öfekeleri biraz yüksek olmuş, çoğu sol kesimde örgütlenmiş ve eğitimin getirdiği imkanlarla bazıları olmadık mevkilere dahi gelmiştir. İşte şimdi onların bazıları söz sahibidir. Yani hep lağım temizlikçisi olarak kalmamışlardır, biliyorum bu sizin için çok ürkütücü...

Ancak turtistik tespitlerinizde yer vermediğiniz asıl önemli konu, bu “kılıç artığı yeşil yaratıkların” hiç te bahsettiğiniz gibi homojen bir topluluk olmadığı. Bir sosyal bilimci olarak belki tespitlerim sizi kısmen rahatlatır. Diaspora olarak tarif ettiğiniz şey, sandığınız gibi kendi içerisinde öylesine örgütlü ve sabah akşam bu hikayelerle yatıp kalkan bir rüya içerisinde hiç değil. Bir çoğu anadilini dahi konuşamıyor artık. Hatta büyük bölümü (ki bunların çoğu tehlike olarak görüdüğünüz yeni jenerasyondan) Ermeni olmaktansa Fransız gibi hissetmeyi, Alman gibi giyinmeyi ya da Arjantili gibi içmeyi çoktan tercih etmiş durumda. En milliyeçisinden Türk işçilerinin dahi son jenerasyon çocuklarının önceki kuşaklarla iletişimi size iyi bir örnek teşkil edebilir. Korktuğunuz çocukların çoğu, artık sizden korkmuyor bile. Diaspora dediğiniz şey, her geçen gün Anadolu’yu biraz daha unutuyor... Ve hiç korkmayın, diaspora dediğiniz şey “inkar edilmiş” olma duygusuna hiç olmadığı kadar ikna olmuş durumda artık. Eğer toplumları diasporadan, Ermenistan’dan, Türkiye’den diye kategorize etmek ve bu ayrımlara dayalı çeşitli beylik laflar üzerinden “genellemelere” varmak ise hedef, yine yanılıyorsunuz. Sizin tarifnizle, ben olsam; “Türk kibriti ile sigarasını yakmaya itiraz eden Rum Kızının bilinç altında neyin yattığını anlamaya çalışır, onun kişisel tarihini - haddim olmadığı için - ondan doğru anlamaya yönelirdim.” Bahsi geçen bir nefret ise dahi, bu nefretin hangi koşullarda, hangi coğrafyada ortaya çıktığını düşünmeye çabalardım. Bu nefretin tam karşısında duran, kendi ülkemdeki katmerli azınlık ve diaspora nefretini sorgulamaya çalışırdım. Nefret, nefret doğurur evet, ama ben bunun doğduğu yere de bakmaya çalışırdım... En azından, dersimi çalışırdım.

Objektif düşünebilme kabiliyetiniz el verirse anlamaya çalışın, el vermezse solcu ve eşcinsel aktivist kimliğinizle Boğaz manzaralı evinizde Birgün ve Kaos GL’de söylenmeye devam edin Kürşat Bey. Fakat bu ülke de bir Soykırım oldu! Siz o sırada Avrupa seyahatindeydiniz sanırım? (yaşınızı aşağılamak için asla söylemiyorum, yalnızca hatırlatıyorum) Diaspora dediğiniz yeşil yaratıklar da işte bundan dolayı diaspora oldu! Onların çoğu, anaları babaları katledildikten sonra “barınaklarda” toplanmış yetimlerdi. Onların hepsi, yalnızca Ermeni oldukları için “insan” olmanın getirdiği tüm haklardan mahrum bırakılımış zoe’lerdi artık. Onlar, evleri yağmalanmış, kiliseleri yakılmış, tüm topraklarına el koyulmuş, anneleri tecavüze uğramış, kardeşleri kaçırılmış, babaları kılıçtan geçirilmiş çocuklardı. Daha acısı, tüm mevcut soykırımlardan farklı olarak bu kara leke - sanki bizim inkarımızmış gibi - hepimizin suratlarına çarpılmaya devam edildi. İşte bir 24 Nisan öncesi ve bir kez daha çarpılmaya devam ediliyor suratlarımıza. Bunca faşist varken size hiç gerek yoktu doğrusu, bu kez siz de çarpıyorsunuz. Buyrun çarpın bakalım, bize öğretin eğriyi doğruyu Kürşat Bey... Genç kuşaklara öğretin. Verin gazı!

Ancak o bahsettiğiniz diasporanın agresif çocuklarından çok daha eli kanlı bir gençlik çıktı bu ülkeden bilmem farkında mısınız? Bilmem o hayli subjektif tespitlere dayalı öngörüleriniz, bu gerçeği görmenize imkan verdi mi? Yükselen yepyeni değerleri oldu bu gençliğin. Bunun adı linç kültürü oldu mesela, faşizm oldu, radikal islam oldu, şiddet oldu, nefret kültürü oldu... Bu aşıklar coğrafyasından “nefret kültürü” çıktı inanabiliyor musunuz Kürşat Bey? Şimdilik diasporanın bir avuç çocuğundan çok daha tehlikeli görünmekte onların yaptıkları ve yapacakları. Orhan Pamuk’a akıllı olsun diyorlar Kürşat Bey! Ahlakım el vermediği için Hrant Dink’i hiç karıştırmayacağım. Siz hiç o 16 yaşında çocukların kaleminden çıkan tehdit maillerinden almadınız ve eminim hayat boyu almayacaksınız. Halbu ki bizler hala o çocukları da anlamaya çalışıyoruz bir köşe de... Hadi geçelim de çoluğu çocuğu, “Kafes Planı” diasporadan çıkmadı ya elbet, bu ülkenin hayli yetkili mercilerinin çeyiz sandıklarından çıktı daha birkaç ay önce... Hem de o diasporaya yeğlediğiniz Türkiye’de kalan son bir avuç gayrimüslimi hedef alarak. “Hrant, Hrant!” diye bir kaç satırını cımbızla ayıkladığınız adamın ailesini, geride kalanlarını, dostlarını hedef alarak çıktı. Ne acı, o çok “güçlü” ve “agresif” diaspora bile yön veremiyor soykırımın hala devam etmesine... hem diaspora için, hem de sizin için çok acı bu.

Nereden doğru bakıyoruz, kime doğru bakıyoruz anlamaya çalışırken kendimi acı çekiyor halde buluyorum artık. Hrant Dink'in dahi öldürülebildiği bir ülke de, Rum kızı ile kibrit kavgası yapan solcu yazar istemiyorum. Çok şey mi istiyorum? En az sizin diasporadan nefret ettiğiniz kadar yüzeysel nedenlerle artık sizden nefret etme hakkını buluyorum kendimde Kürşat Bey. Bir de size özellikle yazı boyunca “bey” dedim. Çünkü sizden çok iyi “Bey” olur. Diğerinden ise tam da tabir ettiğiniz gibi, obsesif Rum Kızı, cahil diaspora tohumu, kalleş Ermeni Lobisi olur. Kimse onlar artık... Neyse ben sizi biliyorum şimdilik.

22 Mart 2010 Pazartesi

État D’âmes, une génération hors d’elle

Communiqué de presse

État D’âmes, une génération hors d’elle

Exposition organisée dans le cadre de la saison de la Turquie en France

Commissaire : Yekhan Pinarligil

Conseillère artistique : Christine Van Assche

Scénographie : Eric Féloneau

L’Ecole nationale supérieure des beaux-arts organise, chaque année, une exposition mettant en scène le travail de jeunes artistes de la scène internationale offrant ainsi à son public l’opportunité de découvrir les mouvances d’artistes étrangers. Après la Russie, la Pologne, l’Inde, la Finlandeet Taïwan ,c’est la Turquie qui sera présentée pour une exposition qui se tiendra dans les galeries Melpomène et Foch de l’Ecole au printemps 2010.

La Turquie aux confins de l’Occident et de l’Orient est, par sa situation géographique, son histoire, sa mosaïque culturelle et ethnique complexe, le territoire d’une production artistique prolifique et résolument contemporaine.

En réaction aux changements politiques de 1980 et aux modifications socioculturelles des années 1990, la jeune génération des artistes turcs, s’approprie le riche passé culturel du pays, tout en explorant les formes les plus audacieuses et les plus expérimentales de l’art international actuel.

Ce sont les principes antagonistes tels que Orient et Occident, individualité et globalité, création et destruction, qui nourrissent une réflexion sur l’art, sur le monde, la société, la religion, la sexualité…. En intégrant tradition et contemporanéité, les artistes expriment avec force leur appartenance au monde d’aujourd’hui à travers des œuvres protéiformes qui brisent les frontières.

L’exposition mettra en avant les particularismes de cette jeune génération artistique, si proche et si lointaine en même temps. Elle présentera une sélection d’artistes pluridisciplinaires travaillant dans des régions très variées comme celle d’Istanbul, d’Izmir, d’Antakya ou de Diyarbakir.

Liste des artistes :

Nevin Aladağ, CANAN, extramücadele , Nilbar Güreş , Berat Işık , Bengü Karaduman , Şener Özmen , Tayfun Serttaş, Erinç Seymen , Cengiz Tekin , Güneş Terkol , Irem Tok , Vahit Tuna , Nasan Tur , Deniz Ünal, Aurélie Gelade & Coralie Maurin

Un catalogue sera publié à cette occasion par les éditions des Beaux-arts de Paris

...........................

Exposition

Le point de départ, de l’exposition est une œuvre de Canan Senol réalisée en 2000 à Istanbul … Nihayet içidesim : …Enfin tu es en moi. L’artiste a installé sur la façade du lieu d’exposition une importante enseigne lumineuse où l’on pouvait lire en turc : Enfin tu es en moi (nihayet içidesim) précédé de trois points de suspension.

Evoquant dans un premier temps l’acte sexuel, la phrase (l’œuvre) prend un autre sens lorsque que l’on apprend que l’artiste a réalisé sa pièce étant enceinte.

Le sens de la citation prend alors une tournure différente. La perception d’ordre sexuel disparaît au profit d’une image évoquant la femme et la maternité.

Par le biais de cette double lecture, l’œuvre de Canan Senol pose la question des préjugés qu’ils soient sociaux, religieux, ou moraux.

Quelles sont nos idées reçues vis-à-vis de la Turquie ? Comment aborder et percevoir l’espace intime d’un pays en laissant de côté nos idées préconçues ? L’exposition tentera d’explorer, la singularité et la proximité de cette culture révélant ainsi combien le langage de l’art abolit les frontières.

Cette exposition sera aussi l’occasion d’apporter un éclairage sur les questionnements de la scène artistique turque (Kémalisme, occidentalisation /orientalisation, militarisme, épuration/nationalisation…).

L’énergie de la création attire l’œil de manière souvent radicale. Par sa scénographie, le projet démontrera que la richesse et l’engagement esthétique présents dans les contenus se trouvent également dans la forme.

Les artistes seront principalement sélectionnés par rapport à la transversalité de leur œuvre de manière à couvrir le plus largement possible le champ de la diversité de leur(s) territoire(s). Les médiums privilégiés sont la performance, la photographie, la vidéo, le dessin, la peinture, l’installation, le livre…

Ce projet d’exposition est assorti d’une œuvre imaginée par Coralie Maurin, étudiante en cinquième année des Beaux-arts de Paris et Aurélie Gélade diplômée de l’Ecole de Cergy .

A l’aide de ce document traditionnel de médiation qu’est l'audioguide, ce duo d’artistes souhaite créer une oeuvre sonore à l’intention des visiteurs de l’exposition.

Cette œuvre, que le visiteur pourra prendre avec lui via des lecteurs MP3 au gré de sa visite de l’exposition, restituera les prises de sons (voix, bruits de fond, conversations…) faites à Istanbul dans les ateliers des artistes puis mixées. L’idée est d’offrir au visiteur la restitution originale d’un environnement sonore et poétique à l’œuvre qu’il contemple.

Au final, le projet réunit environ 25 artistes de la jeune génération, et occupe les salles Melpomène et Foch (900 m2 environ).

Chargée des relations avec la presse : Isabelle Réyé - 01.47.03.54 25,
isabelle.reye@beauxartsparis.fr

Exposition ouverte du mardi au dimanche de 13h à 19h. Fermeture le 1 mai 2010.
Entrée libre.

19 Mart 2010 Cuma


nathalie barki çekmişti bu fotoğrafı, bense yeşil yaptım. emsalsiz bir ana dair olduğunu düşündüm. sabahın beşi olmalıydı, çok yorgun olmalıydık.. bu blogun her ne kadar kişisel hafızamı toparlamak gibi bir amacı olmasa da bu fotoğrafı çok kişisel nedenlerle paylaşmak istedim. kendim ve blogum arasındaki mesafeyi kırmak istedim. kendimden, kendi sesimle bahsetmek istedim. sanırım bunu ara ara yapsam iyi olacak..

18 Mart 2010 Perşembe

Etat d'âmes, une génération hors d'elle / ENSBA Paris




Derrière le rideau, une génération hors d’elle…

Perde Arkası;

Foucault’nun biopolitika uzerine yaptigi calismalar toplumun birey uzerine uyguladigi yaptirimlari gozler onune serdi. Sozde bir denge olusturmak adina, toplum duzeni bireyi belirli bir cerceve icine mahkum edip, cocukluktan baslayarak onu devamli kontrol altinda tutuyor. Toplumun kontrol yasasi bireyin vucuduna el koyuyor ve normallestirme mekanizmalari onu durmaksizin sekillendiriyorlar. Olusturulmus sablonlara uygun olup olmadigini kontrol edip, onu genel ahlaka uygun hale gelene kadar sartlandiriyor, icinde yasadigi ortamla ve hatta kendisiyle olan iliskilerini denetliyor, ona belirli bir dusunce sistemi asiliyorlar. Kimi toplumlarda bu mekanizmalar cok ileri giderek, bireyin yasam alanini asiri derecede kistliyor, ona sadece sozde secenekler birakarak onu bir nevi kuklaya donusturuyor.

Her ne kadar toplumlarin duzenlerinde, yapilarinda benzerlikler olsa da, her toplum kendi control ve kosullandirma mekanizmalarini kendi ihtiyaclari dogrultusunda gelistiriyor. Bunyesinde olusturdugu sablonlar vasitasiyla bireyleri sartlandirip onlara hareket alanlarini belirliyor ; eger herhangi bir birey bu alandan disari cikacak olursa cezalandirma, mahrem birakma ya da olasi diger tum yollarla onu « anormal »likten arindirip tekrar kontrollu alana geri kazandiriyor.

Perde Arkasi guncel Turkiye’deki sanat sahnesine yogunlasarak herseyden once yukarida bahsedilen normallestirme mekanizmalarinin genc nesil sanatcilar tarafindan nasil goruldugunu irdeleyecek. Kokleri Cumhuriyet’in kurulusuna dayanan, 80 darbesiyle ve onu izleyen yillarda guclendirilmis, yerlestirilmis, yeniden sekillendirilmis kontrol ve sartlandirma mekanizmalarina karsi, darbe sonrasi 80’li yillarda cocukluklarini, gencliklerinin ilk yillarini gecirmis sanatcilarin tutumlarini ve bu mekanizmalarin uretimlerine ne sekilde yansidigini inceleyen bir sergi olacak. Milli temsiliyetten bilincli olarak uzak, bir nesil sanatcinin ortak olarak maruz kaldiklari sinirlari ne sekilde irdeledikleri serginin on planinda yer alacak.

Sozu gecen genc nesil sanatcilar yeni « turk » halkinin temel taslari olan kemalizme, militarizme, ulusal kimlige, kuresellesme kurallarina, ataerkillige, hukuka ve dine keskin bir elestiri getirmekle kalmiyor, ayni zamanda, icinde yasadiklari toplumu yeniden dusunuyorlar. Bir yandan sergi cercevesinde bu asiri kati toplum duzeninin perde arkasini sorgulanirken, bir yandan da sanatin en onemli eylemlerinden biri olan, sozu edilen kati duzenin aksakliklarini ortaya koyan ve dolayisiyla icinden ciktigi duzeni biraz daha yasanilir hale getiren, sanatin elestirel eylemi serginin on planinda yer alacak. Sanatin her ne kadar yerlesik kati duzeni degistirecegini soylemek cok zor da olsa, sanat normallestirilmis alanin sinirlarini gensiletmek vasitasiyla yasam alanlari acma kapasitesine sahip nadir guclerden bir tanesi olarak karsimizda olacak.

Fransiz ve hatta uluslararasi seyirci sergide yer alacak genc nesil sanatcilarin icinde yasadiklari toplumu elestirme gucune sahit olurken, ayni zamanda da yeni bicimsel yaklasimlar kesfedecek. Sergide gorecekleri eserler, her ne kadar belirli bir cografyadan da geliyor olsalar, ortaya koyduklari gerek sanatsal, gerekse sosyal ve politik sorunsallar sergilendikleri fransiz toplumunda da etkili olacak, yanki bulacaklardir. Nitekim ulusal kimlik ya da din gibi konular Fransiz medyasina son donemde fazlasiyla mevzu oluyor. Perde Arkasi, bu kavramlarin suni bir sekilde topluma asilandigini ve gunumuz toplumlari icin ne derecede tehlikeli oldugunun altini cizecek.

Sergi Paris Guzel Sanatlar Akademisi’nin sergi salonunda 31 mart – 9 mayis 2010 tarihleri arasinda yer alacak.

4 Mart 2010 Perşembe

INVOKE


Tayfun Serttaş / İstanbul 2010

Performance by Rober Koptaş
Video & Editing by Klik Studio
Sound Engineering by Kerem Türer