25 Eylül 2009 Cuma

Bir Sergiden Daha Fazlası; Stüdyo Osep


‘Parisli Amca’ imzalı yazılarıyla uzun yıllar Kaos GL okuyucularının sevgilisi olan Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşam serüveni ve üretimleri, sanatçı Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan Stüdyo Osep isimli sergi ile sanat konseptine taşınıyor. 14 Ekim - 14 Kasım tarihleri arasında Galeri Non’da izlenebilecek sergi, Türkiye’nin yaşayan en eski fotoğraf duayenlerinden Osep Minasoğlu’nun fotografik arşivi ve biyografisini, güncel sanat bağlamında yeniden üretime sokuyor.

Bu seneki kavramsal çerçevesi, Bertolt Brecht'in ‘Üç Kuruşluk Opera’ adlı oyunundan yola çıkarak ‘İnsan Neyle Yaşar?’ sorusuna odaklanan 11. Uluslararası İstanbul Bienal’i kapsamında, kenti hareketli günler bekliyor. Kapılarını Bienal döneminde açacak olan Galeri Non, disiplinlerarası perspektifi ile kentin yeni sanat dinamiği olmaya aday. Kuruculuğunu Derya Demir’in yaptığı Galeri Non’nun ilk kişisel sergisi Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep isimli üç katmanlı projesi olacak. 10 yılı bulan bir geçmişe dayanan proje, Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşam öyküsü ve üretimleri ile günümüz sorunsalları arasında bir köprü niteliği taşıyor. Sergi hazırlıklarının tüm yoğunluğu ile devam ettiği günlerde, sizleri Tayfun Serttaş ve Osep Minasoğlu'nun anlatıklarıyla baş başa bırakıyoruz.

En baştan başlayalım dilerseniz? Osep Minasoğlu ve Tayfun Serttaş’ın yolları nasıl kesişti?
T.S: 1999 kışıydı, tam 10 sene oluyor. Ben, tanıştığımız an hayran kalmıştım zaten. O zamanlar bana, kimsenin hikayesine benzemeyen ancak bildiğim tüm hikayelere teyet geçebilen başka bir hafıza lazımdı. 17 yaşımdayım daha, kent antropolojisi ve minorities üzerine yeni yeni çalışıyorum. O bana, tek bir yaşam tarihine kaç ötekinin daha sığabileceğini anlattı… Asla klişe bir azınlık hikayesi değildi karşımda duran. O yıllarda Osep herkese küsmüş, çok kırgındı. Benimde dünyayla dertlerim var tabi. Ayrılırken param olmadığını, Boğaz’da oturuyordum, eve otostopla döneceğimi öğrendi. Cebinden bir otobüs bileti çıkartıp verdi. Ben o akşam, eve yine otostopla döndüm. O bileti ise hala saklıyorum. İşte böyle başladı. Ben büyüdüm, Osep ise hiç değişmedi.

O.M: Tanıştığımız günden itibaren irtibatı hiç kesmedik. Adres ve telefonları takas ederiz sürekli. Beni her gördüğünde sorar, neredesin, paran varmı, yaşadığın yer güvenlimi diye... Bazen gelir kontrol eder. Son taşınmamda gardorabımı bile Tayfun monte etmiştir. Zamanında halim vaktim yerindeydi ancak son 20 yıldır büyük zorluklar yaşıyorum. Çok fazla adres değişikliği yaptım. Tayfun beni hep takip etti, kaybetmek istemedi. Böyle dostlar az bulunuyor. Birde çok soru sorar, her zaman notlar alır, aynı soruyu on defa sorar. Gerçekten öylemi, yoksa böylemi, onu kontrol ediyor. Zehir gibi bir çocuk yani, artık herşeyi benden daha iyi biliyor. O bana hatırlatıyor artık, annemin kızlık soyadını bile gitti buldu.

Ne gibi sorular bunlar?
T.S: Benim sormaktan bıkmadığım, Osep’in ise cevaplamaktan usanmadığı, aslına bakarsan ilişkimizi bu güne taşıyan sorular bunlar. Çünkü ben ondan tek bir kimliği çalışmam, yeri gelir Ermeni olmayı, yeri gelir Paris’teki aşklarını, bazen sanatçı, bazen istanbullu olmayı. Bazen 50’lerin Avrupasında göçmen, bazen bugünün Tarlabaşı’nda bir yaşlı olmanın konumlanmalarını. Bu nedenle her zaman çok yönlü bir iletişim aramızdaki. Onun biyografisini değerli kılanda bu. Tek bir kimlikle - konumla ifade edilememsi. Sayısız metni tek bir bireyde yan yana getirebilmenin hazzını yaşıyorum onda. Bu nedenleki, Osep Minasoğlu aynı zamanda çok önemli bir karakter. Çok erken tarihlerde, birey olmanın, individualism deneyiminin çarpıcı perspektiflerini çizer.

O.M: Ben her zaman özgürlüğüme düşkün yaşadım. O nedenle türlü türlü yaşamların içerisine girip çıktım. Bambaşka anılar biriktirdim. Bunları paylaşmaktan da hiçbir zaman sakınca duymadım. Şimdi 80 yaşındayım. İyisiyle kötüsüyle bir 80 yıl. Eğer hala bir sergiye kaynaklık ediyorsa ne mutlu bana.

Sergi fikri nasıl doğdu?
T.S: Kocaman şeylerdir retrospektif sergiler, biyografik incelemeler falan, koca koca insanlar adına yapılır. En azından böyle alıştırıldık. Şimdi kalkıp tüm bu majör yöntemleri Osep Minasoğlu gibi minör bir profil üzerinden üretebilmenin kendisi dahi çok çarpıcıydı benim açımdan. Uzun yıllar ona dair materyaller biriktidim. Hayatını fotoğraftan kazandığı için, arşivine ait geçmiş fotoğrafların satılması mesleki bir süreklilik olarak onure ediyordu onu. Bunlar arasında biyografik parçalarda vardı. Anne ve babasına ait 1910 tarihli çerçeveli fotoğraf 2003 senesinde geldi mesela. Bu parçaların ani bir aksilik durumunda kaybolmasından korkuyordu. Önceliği eski olanlara veriyordum çünkü bir çoğunun daha fazla risk alacak zamanı kalmamıştı. Çürümüş veya çürümek üzere olan çok şey vardı. Seçilen parçaların benim arşivimde korunması bir bakıma güvenlide oluyordu. Nereye gideceğini ikimizinde kestiremediği bu ‘koruma’ misyonu, kişisel satın alma yöntemleri ile belirli belirsiz biçimde senelerce devam etti. Son bir senede ise tümü ile bu projeye odaklandım.

Bir hayli meşakkatli olmalı?
T.S: Ortada görünür hiçbirşey yoktu ilk başlarda. Hatıralar gibi, gerçekliğide silikleşmişti. Bir arşiv falan değil, bir yığın vardı. Benim, bunu öncelikle bir arşiv haline getirip daha sonra o arşiv üzerinden bir seçkiye gitmem gerekiyordu. Uzun süredir büyük arşivlerle çalışıyorum ancak mevcut malzeme arşivlenmemiş olduğunda yöntemde değişiyor. Çöp poşetleri içerisinde geliyordu yığınlar bana. İçerisinde inanılmaz fotoğraflarda var, hiçbir işe yaramayacak tonla ıvız zırvırda... Bunları ayıklamak 6 ayımı aldı zaten. İşin en zor kısmı diyebilirim. Beş bine yakın parçanın tek tek kategorizasyonları ve temizliği yapıldı. Her birisinin dijital örnekleri oluşturuldu. Tüm bu yığınlar içerisinden bir arşiv oluştuktan sonra, ancak o zaman bir seçkiye gidebilme lüksüm doğdu.

O.M: Bu sergide gösterilecek olan benim üretimlerimin çok küçük bir bölümü. Bir çoğu kayboldu, çalındı, ıslananlar oldu. Fareler yedi bazılarını. Çok zor günler atlattık. İki çelik kasa dolusu film arşivim bir arkadaşımın deposunda yandı. Keşke o günlerde olabilseydi böyle bir imkan. Neler uçup gitti elimizden. Biz şimdi küllerinden bir şey doğuruyoruz. Buda önemli tabi ama çok isterdim hepsi olsun. Hayatım bounca fotoğraf dışında hiçbir işten para kazanmadım ben. Günde 500 – 600 baskı alırdık. Düşün, şimdi serginin toplamında bu kadar fotoğraf olacak.

Birazda serginin fiziksel yapısına dönersek, nasıl bir sunum bekliyor izleyiciyi?
T.S: Sergi, üç farklı katmandan meydana geliyor. Bu hali ile galerinin üç katlı fiziksel mekanı ile de tam bir uyum yakaladık. En üst katta, 19. yüzyıldan başlayarak Minasoğlu ailesinin bugüne uzanan biyografik serüvenini izliyoruz. Yoğun bir döküman, belge, mektup ve fotoğraf kolleksiyonu içeriyor. Ailenin hayatta kalan son bireyi Osep Minasopğlu’nun günümüz koşullarına dek uzanıyor. İkinci katman, yani asıl büyük mekanda ise bir retrospektife yer veriyorum. Burada, fotoğraf sanatçısı Osep Minasoğlu’nun 60 yıllık fotografik arşivinden günümüze ulaşabilen özel bir seçki sunuluyor. Bu fotoğraflarda neredeyse bitmekte olan stüdyo geleneğine dair çarpıcı örnekler, dönemim modasından, mizansen klişelerine ve sosyolojisine uzanan geniş bir okuma yer alıyor. Galerinin en alt katını ise bir sinema salonu olarak tasarlıyoruz. Yapımına geçen yıl başladığım, toplamda 250 dakika süren bir Osep Minasoğlu video performansı yaptık. Bu katmanda kahramanımız bu kez canlı olarak izleyiciye üst iki katta bulunan sürecin geniş bir anlatısını sunuyor. Aynı zamanda Osep Minasoğlu üzerineden çok önemli psikanalitik çıkarımlarda bulunabileceğimiz, hafıza, hafıza-bozumuna odaklanmış bir çalışma. Sergi, tüm bu çapraz okuma ve karşılaştırmaların izleyicide yaratacağı sorgulama üzerine kurulu.

Bu hali ile tek bir sergi konsepti içerisinde üç farklı sergiden bahsedilebilir?
T.S: Aynen öyle, Osep Minasoğlu odaklı üç farklı sergiyi aynı anda açıyoruz denilebilir. Çünkü Osep Minasoğlu, baştada belirttiğim gibi benim için yalnızca retrospektifi sunulacak bir fotoğraf sanatçısı ya da yalnızca biyografisine odaklanılacak bir x kahraman değil. Kaldıki, en az bugünüde, geçmişi kadar önemli ve yansıtılmaya değer. Tüm bu poziyonlar içerisinde en akıllıca olanı, ona dair mevcut konumlanmaları sergi kurgusuna yansıtmaktı. Böylece karşımıza başka başka sergileme biçimleri çıktı. Her izleyicinin, bu bölümlere olan yaklaşımı ve bölümler arasındaki seçiciliğini kendi kişisel deneyimine bırakıyoruz. Bu nedenleki, Stüdyo Osep süresince Ermeni toplumundan, fotoğraf dünyasına, Kaos GL dostlarından, Yeşilçam yıldızlarına bambaşka insanlar bir araya gelecek.

Aynı zamanda serginin kitaplaştırıldığını biliyorum?
T.S: Sergi ile eşzamanlı olarak Aras Yayıncılıkla birlikte hazırladığımız Stüdyo Osep’in ilk baskısıda izleyiciye sunulacak. Bu çalışma, sergiyi belgeleyen bir katalogdan ziyade, serginin tamamlayıcı bir uzantısı işlevi görüyor. Çok parçalı bir proje olduğu için, ki bu nedenle her durumda tekrar tekrar paylaşılması çok kolay olmayacaktır, mevcut külliyatı kitap mekanında toparlamak başından beri önemli geliyordu bana. Sonuçta sergi dediğin bir aylık birşey, kitap ise çok daha farklı yollarla sonsuz kez paylaşıma girebiliyor. Bir çok izleyici içinde bu kitabın en az sergi kadar belirleyici olduğunu düşünüyorum. Mesela sergide özellikle metin kullanmıyoruz, kitapta ise Osep Minasoğlu’na dair tüm bir süreç yazı dili ile aktarılıyor. Bu açıdan, Cumhuriyet tarihinin son 80 yılını Osep Minasoğlu üzerinden okuyabileceğimiz bir resimli ansiklopedi olarak tanımlayabilirim kitabı.

Kısaca neler var bu son 80 yılda?
T.S: Neler yok ki? Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşamında, o yakın ama uzak tarihin başka bir tür tanıklığa tanıklık ederiz. Bir anlatısında Talat Paşa ile kavga ediyor. Çünkü onun cenazesi Türkiye’ye getirildiğinde tüm derslerden sınıfta bırakılmış. Benim suçum neydi diye soruyor? İsmet İnönü’ye çok kızgın mesela. Atatürk’ü Florya köşküne giderken Samatya sahiline çıkıp selamladığı günleri hiç unutmamış. Fransa - Cezayir savaşı, 68’li yılların Paris’i hala zihninde. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül gibi süreçler dün gibi, rüyalarında bunları görüyor... Halbuki ne uzak hikayeler bunlar bize değil mi? Ne kadar ‘uzak’ hissetmemiz öğretilmiş ‘anılar’? Bu nedenle çok önemli buluyorum bunu basmayı.

Her ne kadar fotoğrafa odaklansada, sergi konsepti böylesi bir sorgulamayı günümüz tartışmalarına eklemlemek açısındanda büyük önem taşıyor?
T.S: Gayet tabi, bazen tarihe fazla takılıyorsun diyenler oluyor bana. İyi de bunun neresi tarih diyorum? Karşımda duruyor işte adam, her gün beraber çay içip bunu konuşuyoruz biz. Eğer uzak bir şey varsa, ‘güncel’ olma kaygısı altında yanıbaşında duranı es geçip Güney Amerika’daki kaygıya yelken açmaktır benim için. Bu coğrafyada güncel dediğimiz süreklilik tüm bu deneyimler üzerine kuruldu. Şimdi kalkıp bunu sorgulamakta bir tezat görmüyorum. Osep Minasoğlu’nu görmezden gelirsek eğer, işte o zaman telafisi mümkün olmayan bir zahiyat daha vermiş oluruz bugün için.

Peki ya bir son söz?
T.S: Ülkenin yaşayan en eski fotoğraf sanatçılarından birisi, şu yüzyılda, 80 yaşında, sokaklarda fotoğraf çekip 1 lira’ya satarak ‘huzurum yerinde’ der mi? Bu, üzerine düşünülesi kuvvettir. Osep’e her baktığımda, sırf bu yüzden dahi çok heyecanlanırım. Haftada en az bir kez mutlaka arar, cevap vermez ise kapısına dayanırım… 10 senedir bu böyle. Böyle bir aşktır bizimki. Ben ondan çok şey öğrendim ama en önemlisi pes etmemeyi. Hala İstanbul’da yaşıyorsam, bunun belirleyici nedenlerindendir Osep Minasoğu. Benim için bu kentin yaşayan en önemli hayat düayenidir. Ne desem anlatamam. Mücize gibidir… Herkese göstermeyi çok istiyorum şimdi bu mucizeyi. Görünce herkes anlayacak çünkü.

O.M: Eğer adım Osep değilde Osman olsaydı, eğer İstanbul’a dönmek yerine Paris’te kalsaydım, veyahut aşkı özgürlüğü değilde, parayı gözetseydim herşey şimdi çok daha farklı olabilirdi. Ancak bu kadar güzel olurmuydu, ona eminim değilim. Hepinize çok çok teşekkür ederim. Ne kadar teşekkür etsem, azdır...




Kaos GL / Sayı:108 / Eylul - Ekim 2009

18 Eylül 2009 Cuma

Kezi Gı Sirem



Agos / Sayı:703 / 18 Eylül 2009

Studio Osep / Stüdyo Osep


NON will from 14 October to 14 November be hosting Tayfun Serttaş’s project on the complete works of Osep Minasoğlu titled ‘Studio Osep’, also the first solo exhibition in the space.

Studio Osep focuses on the life story and career of Osep Minasoğlu, at 80 one of Istanbul’s oldest living studio and set photographers. The project, the outcome of the artist’s work of 10 years on the biography and archive of Osep Minasoğlu, problematizes continuing relationships of representation for various social positionings within an environment of ‘possibility’ where the past can be challenged from individual points of view.

The exhibition comprises three main spheres - biography, retrospective and video-installation - presenting a systematic integrity of comparisons on Osep Minasoğlu and the transforming functions of photography. Based on a life of 80 years and a career spanning 60 years as a photographer, the Osep Minasoğlu archive is transformed into an exceptional selection via a re-editing of around 6 thousand documents which have survived.

Instead of the experience of a series of re-discovered nostalgic archives deemed worthy of an exhibition, Studio Osep offers the viewer an interdisciplinary perspective that aims to investigate the social interruptions of recent history and the complex impact created by these interruptions on the equation of the individual, identity and culture. The exhibition articulates social contradictions embedded in the recent history of the city with minor individual memory and transforming life practices, gaining continuity on a parallel perspective to Republican history.

The book titled Studio Osep, edited by Tayfun Serttaş as an extension of the project will be published by Aras Publishing. The book launch will take place simultaneously with the exhibition opening at NON.

..........................................

NON, 14 Ekim - 14 Kasım tarihleri arasında Tayfun Serttaş’ın ‘Stüdyo Osep’ başlıklı külliyat projesi ile mekanın ilk solo sergisine ev sahipliği yapıyor.
Stüdyo Osep, İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun 80 senelik yaşam ve fotoğraf tarihini yeniden üretmeye odaklanıyor. Geçmişin bireysel perspektiflerden sorgulanabildiği bir ‘olanaklılık’ ortamında, farklı sosyal konumlanmaların süregiden temsiliyet ilişkilerini sorunsallaştıran proje, sanatçının, Osep Minasoğlu biyografisi ve arşivi üzerine 10 yılı bulan araştırmalarının ürünü.

Üç büyük katmandan meydana gelen sergide biyografi, retrospektif ve video-enstalasyon dilleri arasında Osep Minasoğlu’na ve fotoğrafın dönüşen fonksiyonlarına dair sistemli bir karşılaştırmalar bütünü yer alıyor. 80 senelik yaşam ve 60 senelik fotoğraf tarihi ile Osep Minasoğlu arşivi, büyük bölümü sanatsal kaygılar güdülmeden üretilerek günümüze ulaşabilen 6 bine yakın dökümanın yeniden kurgulanması ile benzerine az rastlanır bir seçkiye dönüşüyor.

Stüdyo Osep, izleyiciye, yeniden keşfedilmeye ve gösterilmeye değer bulunmuş bir dizi nostaljik arşivi deneyimlemek yerine, yakın tarihin toplumsal kesintileri ve bunun birey, kimlik ve kültür denkleminde yarattığı karmaşık etkiyi bugün üzerinden araştırmayı hedefleyen disiplinlerarası bir perspektif öneriyor. Kentin yakın tarihine ilişkin toplumsal tezatları, minör olanın bireysel hafızası ve dönüşen yaşam pratikleri üzerinden günümüz tartışmalarına eklemleyen sergi, Cumhuriyet tarihine paralel bir perspektifte süreklilik kazanıyor.

Tayfun Serttaş tarafından projenin tamamlayıcı bir uzantısı olarak hazırlanan Stüdyo Osep isimli kitap, Aras Yayıncılık tarafından yayınlanacak. Kitap tanıtımı, sergi açılışı ile eşzamanlı olarak NON’da gerçekleşecek.

16 Eylül 2009 Çarşamba

I Love You!





Departing from ‘a search for roots in present-day conditions and etymology’, Tayfun Serttaş’s installation titled ‘I Love You!’ creates a comparative language between two different personal experiences. The relationship the artist establishes via two ‘identical’ tomb images pertaining to his history of production questions with a pointed and acute discourse the context of radicalization borne out of continuing debates on identity in Turkey.

The tomb-sculpture titled ‘For Sabiha Gökçen’ designed by the artist in 2007 features the engraved inscription in Armenian, Kezi Gı Sirem (I Love You). Hrant Dink’s article titled ‘The Secret of Sabiha Hatun’ dated February 2004 became the first link in a chain of events that led to one of the most appalling assassinations of recent history. A disturbing provocative effect was created by a report on Gökçen’s family history, initially expected to be seen in no further light than simple news value.

The sculpture ‘I Love You’ was based on a note the artist took about the depressive mood he suffered following the assassination of Hrant Dink on January 19. Sabiha Gökçen once said the words Kezi Gı Sirem (I Love You) in Armenian to her friend Pars Tuğlacı to crown the love she felt for him, and this incident serves as a belated reply of conscience from the lips of Gökçen to the ongoing collective schizophrenia of origins.

The documentary work titled ‘My Grandfather’s Garden,’ is a drawing made by the artist when he was 12, and is positioned at a distance to the sculpture. The experience of witnessing the Armenian tombstones preserved in his grandfather’s derelict home in Anatolia which the artist only visited three times in his life operates as a personal connection to the date 19 January 2007. The tombstone belongs to ‘Hacı Ğazar Mıkhalyan’ as it is clearly legible from the upper part of the drawing, but the rest of the stone is mostly illegible. The words that can be discerned include Toğuts (he left), Zgin (to his wife), Sepagan (estate), Nnçe (lies/sleeps) and Dan (his house). The marble block dated 1887 continues to be ‘preserved’ in the artist’s grandfather’s derelict home along with other similar remains.

The connection established between two works from different periods, ‘For Sabiha Gökçen,’ and ‘My Grandfather’s Garden’ brought together under the title ‘I Love You!’ departs from the political conjuncture of the present day to focus on the continuity of the past.

13 Eylül 2009 Pazar

9 Eylül 2009 Çarşamba

Dedemin Bahçesi


Tayfun Serttaş’ın ‘günümüz şartlarında köken arayışı ve etimoloji’ başlığından yola çıkarak kurguladığı ‘Seni Seviyorum!’ isimli enstalasyonu, iki farklı bireysel deneyim arasında karşılaştırmalı bir dil yaratıyor. Sanatçının üretim geçmişine dair iki ‘özdeş’ mezar imgesi üzerinden kurduğu ilişki, Türkiye'de süregiden kimlik tartişmalarinin doğurduğu radikalleşmeyi keskin ve mesafeli bir dille sorguluyor.

Sanatçının 2007 senesinde projelendirdiği ‘Sabiha Gökçen için’ isimli mezar heykeli üzerinde Ermenice olarak Kezi Gı Sirem (Seni Seviyorum) yazıyor. Hrant Dink’in 2004 Şubat’ında ‘Sabiha Hatun’un Sırrı’ başlığıyla kaleme aldığı yazı, yakın tarihin en acı verici cinayetlerinden birine zemin hazırladı. İlk etapta magazin değeri dışında önem taşımaması beklenen bir akrabalık haberinin, ilerleyen günlerde ülke gündeminde yarattığı provakatif etki tedirgin ediciydi...

19 Ocak sonrası, sanatçının geçirdiği çöküntüye dair bir not üzerinden heykelleşen ‘Seni Seviyorum’, internet karşısında rastlantısal olarak tanıklık edilen bir anıya dayanıyor. Sabiha Gökçen’in, dostu Pars Tuğlacı’ya duyduğu sevgiyi taçlandırmak amacıyla birgün ona Ermenice olarak Kezi Gı Sirem (Seni Seviyorum) dediği bir hatıranın anlatısı, yaşanmakta olan köken şizofrenisine geç kalınmış bir vicdani cevabı Gökçen’in ağzından veriyor.

Sanatçının - bir dipnot olarak - heykelin uzak bir noktasına konumlandırdığı ‘dedemin bahçesi’ isimli belgeleyici çalışma ise 12 yaşında yaptığı bir çizime ait. Yaşamında yalnızca üç kez gördüğü, Anadolu’daki metruk dede evinin bahçesinde korunan Ermeni mezar taşları ile yaşadığı deneyim, 19 Ocak 2007 tarihiyle arasında bireysel bir köprü işlevi görüyor. Çizimin okunaklı üst bölümünde açık olarak ‘Hacı Ğazar Mıkhalyan’a ait olduğu anlaşılan mezar taşının geriye kalan büyük bölümü okunamıyor. İlerleyen kelimelerde, okunabildiği kadarıyla Toğuts (bıraktı), Zgin (karısına), Sepagan (mülkü), Nnçe (yatıyor/uyuyor) ve Dan (evi) ifadeleri yer alıyor. 1887 tarihli mermer blok, benzer kalıntılarla birlikte dedeye ait metruk evin bahçesinde ‘korunmaya’ devam ediyor.

‘Sabiha Gökçen için’ ve ‘Dedemin Bahçesi’ isimli iki farklı döneme ait çalışma arasında kurgulanan bağlantı, bir üst başlık olarak ‘Seni seviyorum!’; bugünün siyasal konjonktüründen yola çıkarak geçmişin sürekliliğine odaklanıyor.